ORTAÇAĞDA FELSEFE - 2
SENTEZDEN
(Aquinas) ŞÜPHECİLİĞE (Nominalistler)
Geç
dönem Ortaçağ’da (13.yy), Thomist sentez düşüncenin doruk noktasını
oluşturur.
Bu
dönemde papa ile imparator arasındaki mücadeleyi papa kazanmıştır.
Fakat
kilisenin insan toplumu üzerindeki etkisi çok uzun sürmemiştir.
14.
yy’da Kral ya da Papa mutlak iktidara sahip olmalı mıdır yoksa iktidar,
geleneksel ve temsilci meclislerde de bulunup kadim yasalara ve geleneklere mi
tâbi olmalıdır sorusu gündeme gelmiştir.
Marsilius
(1275-1342) da Reform hareketini ve Protestanlığı müjdeleyen görüşleri
benimsemiştir.
Tıpkı
Thomas Aquinas gibi Marsilius da toplumun kendi kendine yeter olduğunu öne
sürmüştür.
Yani
teolojik veya metafizik meşrulaştırmaya ihtiyacı yoktur.
Aquinas’a göre kutsal ve seküler olanın olduğu
gibi, iman ve akıl da uyum içindeydi; bundan dolayı, bu kendine kendine yeter
toplum, kaynağını Tanrı’dan almaya devam eder.
Fakat
Marsilius, toplumun kiliseden bağımsız olduğunu iddia etmiştir. Marsilius bu
açından nominalist olarak değerlendirilebilir.
Hıristiyan
ve rasyonalist (seküler) doğrular arasındaki Thomist uyumu reddeder ve imanın
doğruları ile aklın doğruları arasında radikal bir ayrımın bulunduğunu iddia
eder: Akıl, kendi alanında (tıpkı toplum gibi) kendine yeterdir.
İman
vahye dayanır (İncil’deki gibi) ve öbür dünyaya mahsustur, siyasete değil.
O’nun
teorisinde din, özel bir soru haline gelir ve kilise de neredeyse gönüllü,
siyaset dışı bir kuruma dönüşür.
Denilebilir
ki Marsilius Reform hareketini ve Protestanlığı müjdeleyen görüşleri
benimsemiştir.
Onun
görüşlerinde sekülerleşme de mevcuttur.
Fakat
ilk reformcular gibi o da tek bir evrensel Hıristiyan inancı tasarlamıştır.
İradeye rasyonellikten daha çok vurgu yapmıştır.
Ochamlı
Willam (1285-1349) da papanın mutlak monarşisine karşı Ortaçağ meşrutiyetini
savunmuştur.
Felsefi
olarak o da Marsilius gibi bir nominalistti.
Aquinas
yeniden hatırlarsak kavramsal realistti yani kavramlar ve ilkeler evrende
vardırlar.
Bu
kavramlar ve ilkeler üzerinde düşünerek, evrenin kaynağı (Yaratıcı olarak
Tanrı) gibi problemler hakkında gerçek bir kavrayışa sahip olabiliriz.
Ochamlı
William ise bir kavramsal nominalist.
Bilincimizin
dışında olan şeyler sadece algılanabilir şeylerdir.
İlahiyat
ve Tanrı ile aramızdaki ilişki aslında İncil’e ve orada yazılanlara olan
inancımıza dayanmaktadır.
Bu
nedenle nominalizm akıl ve iman arasında belli bir ayrıma yol açar.
Bu,
entellektüel faaliyetin felsefeden deneysel bilimlere doğru yönlendirildiği
anlamına gelir.
Martin
Luther, Teolojik olarak Martin Luther (1483-1546) Katolik Klisesi geleneklerine
ve Papa’ya karşı İncil’în ve birey imanının savunucusu oldu.
Radikal
Püriten mezhepleri kiliseye ve ayinlere dayalı kurtuluşu hurafe olarak görüp
reddetmiştir.
Ochamlı
William’ın nominalist anlayışını benimsemiştir.
Ortaçağ
felsefesinin akla yatkın ve iyi düzenlenmiş evren fikrine bu bağlamda karşı
çıktığı söylenebilir.
(görüşleri
Aquinas’a değildi Augustine’e daha yakındır).
İmanı akıldan üstün kabul eder.
İmana
dair her şey İncil’de mevcuttur.
Papa
ya da kilise kurumuna ihtiyacı yok bireyin.
Akıl
bir bir ahlak kanununun temeli olamaz.
İlahiyatı iradeci bir özellik taşımaktadır.
Doğru
ve iyi olan Tanrı onları ahlaki bir standarda bağladığı için doğru ve iyi
değillerdir.
Tanrının
da uyması gereken ahlaki ilkeler olduğu görüşünü yalanlar.
Luther’a
göre insanlar Aquinas ve Aristo’nun düşündüğü gibi toplumsal veya siyasal bir
hayvan değildir.
Dizginlenmesi
gereken vahşi bir hayvandır.
Onu
toplumsal olarak denetlemesi gereken otoriter seküler bir devlete ihtiyaç
vardır.
Seküler
rejim de ruhani rejim de Tanrı tarafından kurulmuştur.
Seküler
rejim tanrı tarafından kurulduğuna göre, devlete isyan aynı zamanda Tanrıya da
isyan demektir.
Ama
seküler rejim sapkın düşüncenin önüne geçemez.
Burada
sadece Tanrı’nın sözü bir işe yarar.
Bu
önemli bir ayrımdır.
Böylesi
bir ayrım hukuk felsefesinde de içsel tutumlar ve dışsal davranışlar arasında
önemli bir ayrıma yol açmıştır.
Seküler
rejim sadece dışsal davranışları cezalandırabilir, içsel düşünceleri
değil.
Bu
şekilde otoriter idarecilerin siyasi meşruiyeti de sağlanmış olur.
DOĞA
BİLİMLERİNİN YÜKSELİŞİ
Antikite
kültürünün yeniden doğuşunun, Rönesans ve deneysel bilimlerin kuruluşu için
belirli önemi vardır.
Doğu
Roma imparatorluğu 1453’te yıkıldığında, belli sayıda bilim adamı Batı’ya
göçtü.
Göçüşleri
Antik Yunan felsefesinin özellikle Platon’un yeniden keşfine yol açtı.
Yunan
felsefesinden gelen kavram ve terimler, ortaçağ skolastik felsefesinin
tümdengelimci metodu ve coğrafi keşiflerle, yeni ticaret yollarının oluşmasıyla
giderek artan bir dünyayı kontrol etme ve sömürme çabası birleşince deneysel
bilimler doğa bilimlerinin gelişimi mümkün oldu.
Kopernik
(1473-1543) Batlamyus-Aristo geleneği ile bağlantılı olan ve Kilisenin onayını
almış olan dünya merkezli sistemden farklı olarak güneşin gezegen sisteminin
merkezinde olduğu yeni bir sistem öne sürmüştür.
Bu
tartışma Rönesans ve Reform dönemi boyunca devam etti.
Güneş
merkezli sistemi gözleme dayanarak ispat edebilmek zordu.
Böylesi
bir bakışaçısı insanların yaşam deneyimini de değiştirdi.
İnsanlar kendilerini merkezin dışında hayat
etmeye ve evreni farklı bir açıdan görmeye başladılar.
Perspektifin bu altüst oluşuna Kopernik
devrimi denir.
Bilimsel
deneyime dayanan yeni teoriler insanın kendine olan bakışını da
bilimselleştirdi.
İnsan bir yandan kendini evrendeki bir tozdan
ibaret saymak zorunda kalırken bir yandan da farklı bir öz bilinç kazandı.
Bacon’la
hemen hemen aynı zamanlarda yaşamış olan Kepler de gezegenlerin yörüngelerini
mekanik açıdan açıklamaya çalıştı.
Kepler
Pisargorcuları hatırlatırcasına Tanrı’nın bir matematikçi olduğuna ve
matematiksel formların duyuların tahrife açık dünyasına üstün olduğuna kanaat
getirmiştir.
Kepler’e
göre gezegenlerin hareketleri dairesel değil eliptiktir.
Göksel
bir cisim güneşten uzaklığına bağlı olarak değişen hızlarda hareket eder.
Fakat
Kepler’in teorisinin güç kazanması Newton’un yer çekimi kuvveti teorisi ile
desteklenmeyi bekleyecektir.
Klasik mekanizm –deneysel ve
matematiksel bilimlerin temeli 17. yy’ın sonuna doğru kuruldu.
Artık hakikatle uğraşan 3 temel
bilim vardı.
Bu nedenle felsefe için kendine bilimle ilgili
bir yer belirlemek önemliydi.
Yeniçağdaki felsefenin çoğu
felsefe ile doğa bilimlerinin arasındaki sınırı bulma girişimiydi.
17. yy’dan itibaren deneysel
bilimler şekillenmeye başladı.
Kullanılan metot yeni bir
metottu, hipotetik tümden gelim.
Matematikte ve mantıkta belirli
önermelerle (aksiyom) başlanır.
Tümdengelimin kurallarının
yardımıyla da teoremlere ulaşılır.
Tümevarımda ise sonlu sayıdaki
belirli türden durumlarda doğru olan bir ifadenin bu türden tüm durumlara
uygulanmasına dayanan akıl yürütme biçimidir.
Ortaçağ’daki skolastik felsefeye
tümdengelim hakimdi.
Çünkü saf bir tümdengelim
mantıksal olarak yeni bir bilgiye götürmüyordu.
Varılan sonuç üstü kapalı da olsa
önerme de mevcuttur.
Tümdengelimsel cevaplar kesindir
ama yeni bilgi peşinde olanlar için verimsiz bir yöntemdir.
İlk olarak Francis Bacon
(1561-1626) yeni metot arayışında öne çıkan isimlerden biri oldu.
Hipotetik tümdengelimli metot
olarak adlandırılan yeni yöntemde, Tümdengelimsel çıkarım ve gözlemin birarada
kullanılmasıyla ilk defa hipotez tanımlandı.
Hipotez matematiksel olarak
formüle edilebiliyordu.
Böylece gözlenebilir kavramlardan
soyut kavramlara bir sıçrama mümkün oldu.
Bir hipotezin makul olup
olmadığına karar vermek deney gerektirir.
Hipotez doğruysa hipotezden
oluşması gereken şeyler hakkında belirli ifadeler çıkartılır.
Dolayısıyla hipotez test edilmiş
olur.
Bu kısımda tümdengelimden
yararlanılıyor.
Hipotez yeterli denenip
yanlışlanamamışsa bir teori haline gelir.
Teori de mutlak bilgi değildir.
Yanlışlandığı vakit geçerliliğini
kaybedecektir.
Hipotetik tümden gelimli metot
doğanın süreçlerinin tahmin edilebilir kıldı.
Bu insanoğlunda hem doğal
olgulara dair bir idrak hem de onları kontrol edebilme gücü verdi.
Bacon, Aristo’dan, Ortaçağ ‘da
felsefecilerinden ve Platon’dan farklı bir anlayışa sahiptir.
Ona göre teknolojiye sahip
oldukça iyi bir topluma doğru ilerleme kaydedilecek.
Ortaçağ felsefecilerinin
söyledikleri gibi bu dünya ‘değişmez’ değildir.
Platovari bir sabit ideal devlet
değil de ilerlemeci tarihsel gelişim fikriyle ulaşılabilecek ideal devlet
üzerine düşünür.
Bu aydınlanma düşüncesini
müjdelemektedir.
Bu dönemin bir başka önemli ismi
de Galileo’dur (1564-1642).
Galileo da Bacon ve Kepler’le hemen hemen aynı
zaman diliminde yaşamıştır.
O da astoronomiyle ilgili olarak
Kopernik çizgisini takip etmiş ve karşı tezi çürütmeye çalışmıştır.
Yine de Kepler’in gezegenlerin
yörüngesinin eliptik olduğu fikrini benimsememişti.
Galileo zamanında deneyker yapmış
olsa da hem filozof hem de bir fizikçi olarak gözlemci (ampirisist) olmaktan
ziyade bir rasyonalisttir.
Platon gibi akıl ve matematiği duyuların
üzerine yerleştiriyordu.
Galileo’nun en önemli katkısı
belki de sınırlı ve hiyerarşik bir evren görüşünden sonsuz bir evren görüşüne
geçişin öncülüğünü yapmasıdır.
Aynı doğa kanunları evrenin her
yerinde geçerlidir.
Astronomi ve fizik aynı ilkere
dayanır.
Aristo fiziğinde her şeyin kendi
doğal yeri vardır.
Her bir şey doğasıyla uyumlu
olarak evrende kesin bir yere sahiptir.
Aristo inorganik nesnelerin
hareketini her şeyin doğal yerini arayacağı varsayımından hareketle açıklamaya
çalıştı.
Ağır şeyler düşer çünkü doğal
yerleri dünyanın yüzeyine yakındır.
Hafif şeyler yükselir (bulut)
çünkü doğal yerleri yüksektir.
Aristo ağır şeylerin hafif
şeylerden daha hızlı düştüğünü düşünüyordu.
Oysa yeni fizikte tüm serbest
düşen nesneler aynı hıza ulaşırlar.
Aristo’ya göre bunun nedeni
uzayın dolu olmasıdır.
Dolayısıyla nesnelerin düştüğü
ortam bir direnme önerir.
Ama yeni fizikte boş sürtünmesiz
bir uzay fikri mevcuttur.
Yeni fizikle birlikte Aristo’nun
hareket fikri tamamen kırıldı.
Yeni anlayışa göre bir boşlukta ‘doğal yerler’
yoktur ve cisim nereye hareket edeceğini asla ‘bilmeyecektir’.
İnsanın ‘subject’ haline gelişi
ve nesnenin ‘object’ haline gelişi.
RÖNESANS VE SİYASET
TEORİLERİ
Bilimde bu tür bir paradigmatik
değişim olurken, siyasetle üzerine düşünen düşünürler de farklı fikirlerle
Rönesans sahnesindeki yerlerini alırlar.
Galileo, tüm soruların
matematiksel bir dille sorulması gerektiğini zira doğa kitabının bu dille
yazılmış olduğunu söyleyerek cevap verir.
Galileo’nun doğa ve matematik
görüşü onu Pisagorcular ve Platon geleneği içerisine yerleştirir:
Doğanın özü nihai olarak
rakamlardır.
Duyularımız gerçekliğin bu
boyutuna anında erişim sağlamazlar.
Bu noktada Aristo’dan farklılaşır
.
Galileo’nun doğa bilimi; renk
koku ve tat gibi duyusal nitelikler için hiç açık kapı bırakmaz.
“Objektif” doğaya ait değillerdir
ve gerçekliğin özünün bir parçası sayılmazlar.
Duyusal nitelikler subjektiftir.
ve yaşayan özneden meydana gelir.
Galileo’ya göre duyusal niteliklerin
subjektifliği teorisi, duyusal deneyimin en önemli bilgi kaynağı olamayacağı
anlamına gelir.
Duyusal deneyimin matematiksel
akılla yönlendirilmesi gerekir.
Doğa deneysel olarak incelenmeli
ve matematiksel akıl da doğanın özünü kavramamızı sağlayacak yegane araçtır.
İnsanoğlu bu matematiksel kavrayışa doğuştan
sahiptir.
Doğanın matematiksel bilgisi Tanrı’nın bilgisi
ile çelişemez.
Bu görüşlerini örnek göstererek Galileo’nin
bir empirisistten çok bir rasyonalist olduğu söylenebilir.
Geometriye dair bilgiler,
teknolojik gelişmenin de altyapısını hazırladı.
Bu dönemde hala Aristo ve dünya
merkezli duruşa bağlılık mantıksız değildi.
Kopernik astronomisinin en büyük
problemi temel hipotezlerinin günlük deneyimimize çok zayıf biçimde tekabül
ediyor görünmesidir.
İddia edilen olguların
açıklanabilmesi Newton’u beklemek zorundaydı.
Newton (1642-1727)’un ortaya
attığı fizik teorileri, hem astronomide hem de mekanikte daha önceki teorileri
güçlendirdi.
Newton, yeni fizik biliminde
matematiğin özellikle de geometrinin rolünü vurgulamıştır.
Geometrik şekillerle izah
edilebilen hareket kavramı doğa güçlerini ve bu güçlere bağlı olguları
açıklamak üzere fizik için bir.
Newton’un görüşleri felsefe, tıp
ve hukuk gibi alanlarda da değişimleri beraberinde getirdi.
Diğer bilim dalları da mekanik
açıklamaların peşine düştü.
Nedensellik ilkesi bugünü yöneten ilkelerin
yarın da şekillendireceği konusundaki görüşü güçlendirdi.
Gerçeğin ne olduğuna dair
ilahiyatın ortaya koyduğu açıklamalar iktidarını bu bilim anlayışına bıraktı.
Tıp bir taraftan anatominin bir
taraftan da fizik ve kimyanın gelişmesiyle bağlantılı olarak daha önce normatif
ve yorumsamacı bir disiplinken yavaş yavaş bilimsel bir disiplin haline geldi.
Biyolojiyle ilgili olarak ise
indirgemeci (organik doğanın bütün yönleri Newtoncu fizikte görülen mekanik ve
materyalist kavramlarla anlaşılabilir yani organik olan inorganikle aynı
yasalara tâbidir, burada biyoloji fizik’e indirgenir) ve vitalist (biyolojik
disiplinler yaşamın süreçlerini kavramak için eşsiz kavramlara ihtiyaç
duyarlar, daha çok Aristo’nun görüşlerine yakındırlar) görüşler arasında bir
ihtilaf ortaya çıktı.
RÖNESANS VE SİYASET
Ortaçağ’da objektif bir doğal
hukukun iyi ve doğrunun normunu belirlediği kabul ediliyordu ve bu kral ya da
imparatorlar için de geçerliydi.
Toplum genellikle karşılıklı sözleşmeye
dayanan bir cemiyet olarak görülürdü ve egemen olan toplumdu, devletin başı
değil.
Rönesansın sonunda devletin
mutlak iktidarı kozmopolit bir imparatorluğun değil, bir ulusal devletin mutlak
hükümdarının ellerinde bulunuyordu.
Machiavelli bir liderin yozlaşmış
bir toplumda iktidarı nasıl ele geçirebileceğine ilişkin teorileriyle bilinir.
Machiavelli’nin siyaset teorisi
bir hükümet mekaniği öğretisidir.
İnsanın bencil olduğu
önkabulunden yola çıkar.
Kıt kaynaklar bireyler arasında
çatışmaya neden olur devlet ise bu diğerlerinin saldırısına karşı bireyin
korunma ihtiyacından doğmuştur.
Halkın güvenliğini sağlamak için
güçlü bir hükümdara gereksinim vardır.
Siyasette son antik Yunan ve Orta Çağ’da
olduğu gibi iyi yaşam değil, iktidarı kazanıp, elinde tutmak ve böylece
iktidarı sağlamaktır.
Başka her şey, ahlak ve din de dâhil olmak
üzere, araçtır.
Machiavelli’ye göre varolan hukuk
ve aklak mutlak ve evrensel değildir, bir hükümdarca kurulmuştur.
Hukuk ve ahlak hükümdar
tarafından kurulduğuna göre hükümdarın kendisi bunların üzerindedir.
Tek bir ahlak vardır o da hükümdarın iradesi.
Hükümdarın halk üzerinde etkin
olmasına çalıştığı ahlakın normatif bir anlamı yoktur.
Bu sadece hükümdar için siyasi
bir araçtır.
Hükümdarın kendi davranışının
ahlaki tarafı ise toplumdaki istikrarı muhafaza etmektir.
17. yy’ın önemli siyaset
teorisyenlerinden olan Thomas Hobbes’un (1588-1679) yaşadığı dönemde, asillerin
eski ayrıcalıklarını kaldırıp huzur ve düzeni sağlayabilecek, müşteri ve
rakiplerin ticaret anlaşmalarına bağlılıklarını garanti edebilecek güçlü bir
krala ihtiyaç hissediliyordu denilebilir.
Hobbes, ilhamını doğa
bilimlerinden alır.
Evren mekanik olarak hareket eden
maddi parçalıklardan oluşmaktadır.
Hobbes’un düşüncesine göre
toplumu benzer şekilde parçalara bölmek, parçaları incelemek ve sonra
birbirleriyle nasıl ilişkilendiklerini ve nasıl işlediklerini görmek için geri
yerlerine koymaktır.
Hobbes bütünü parçalara
indirgemez.
Fakat bütünün işlevsel
birlikleriyle olduğu gibi, parçaları ve bunların özellikleriyle
anlaşılabileceğini söyler.
Hobbet bu noktada derinde yatan
açıklayıcı bir ilkenin peşindedir
. Hobbes kısmen işlevselci
(fonksiyonalist) bir açıklama peşindedir.
Hobbes toplumsal olguları
açıklarken toplumu oluşturan parçaların işlevsel bağlantısını bulmaya çalışır.
Hobbes devleti mümkün kılanın ne
olduğunu sorgular.
Bunu cevaplamak için durumu
tersine çevirir ve devlet olmasaydı insan hayatı nasıl olurdu onu hayal etmeye
koyulur.
Bunun içinde ‘doğal hal’
doktrininden faydalanır.
Bireyler hayatta kalmak için
birbirleriyle mücadele içindedirler.
Hayatta kalmaya kendi özlerini
muhafaza etmeye çalışırlar.
Dayanışma, cemaat gibi diğer
olguları da bireyin kendi özünü muhafaza etmesine istenciyle açıklanmalıdır
der.
Burada Hobbes’un toplumsal
olguları psikolojik nosyonlar vasıtasıyla açıklamaya çalıştığı da söylenebilir.
Hobbes; Aristo ve Platon’dan
farklı olarak insanoğlunu doğası gereği politik bir hayvan olarak görmez.
Sözleşmeye taraf olurken aslında
kendi öz çıkarını kollamak ister.
Hobbes’a göre, toplumun kendi
çıkarlarını kollayan bireyler arasındaki anlaşmanın bir ifadesi olduğunu söylenebilir
bu bağlamda toplum, aklın kabul ettiği bir toplumsal sözleşme üzerine inşa
edilmiştir denilebilir.
Toplumsal sözleşme toplumu oluşturan şeydir.
Siyasette ve genelde toplumsal
yaşamdaki toplumsal olguları açıklar. Devlet bu sözleşmeyle kurulur.
Hobbes’a göre sözleşme herkesin
özgürlüklerini bir devlet organına bırakması fikrine dayanır.
Devlet tüm meşru fiziksel
kuvvetin bir organda toplanması olgusuyla tanımlanır.
Fiziksel kuvvet olmadan sözleşme
de bozulabilir.
Fiziksel kuvvet herkes için yaşam
ve sağlığı güvence altına almak için anılan sözleşmeyi insanların bozmasını
engelleyebilecek tek unsurdur.
Devleti yaratan sözleşme hükümdar
ve halk arasındaki bir sözleşme değildir.
Bireyler arasındaki bir
sözleşmedir.
Bireyler hükümdara özgürlüklerini
teslim ederler.
Dolayısıyla hükümdar mutlak
egemendir.
Devlet ve monarşi bireyler için
özün muhafazasını güvence altına alan yegâne araçlardır.
Klasik doğal haklar felsefesinde
doğal hukuk ideal bir şeydir ve insanın üzerindedir.
Bunlara ulaşmak için çaba
göstermek gerekir.
Hobbes’a göre ise doğal hakları
bireyin benlikçi doğası ile açıklanır.
Aristo’ya göre temel değişim
kavramı potansiyelin gerçekleşmesini gerektiriyordu.
Hem etken hem de ereksel neden
vardı.
Hobbes’ta ise tek bir neden
vardır o da etken nedendir.
Siyasi ve toplumsal ilişkiler
tekil psikolojik özelliklere bağlar ve toplumu maddi öğelere ve bunların
mekanik hareketlerine indirger.
Bir kez altta yatan unsurlar ve
güçlerin neler olduğunu belirledikten sonra toplumu yeniden inşa edebiliriz .
Descartes (1596-1650) Eğer der
Descartes, felsefe tümden gelimli bir sistem olacaksa tamamen kesin doğru
önermeler bulmalıyız çünkü tümden gelimli bir sistemde eğer önermeler kesin
değil ve sadece yarı doğruysa sonuçların (teoremler) pek bir değeri yoktur.
O halde mutlak biçimde kesin olan önermelere
nasıl ulaşılır sorusu gündeme gelir bu sefer.
Mantıksal olarak kesinliklerinden
şüphe edeceğimiz tüm önermeleri süzgeçten geçirip kesin önermelere ulaşma
yöntemine metodik şüphe denir yani tümden gelimli bir felsefi sistemde öncül
olamayacak tüm ifadeleri eleme metodu.
Fakat metodik şüphenin de
önkabulleri yok değildir: Düşünen bir özne.
Descartes’a göre şüpheye son
verecek kesinlik düşünen bireyin kesinliğdir (Düşünüyorum öyleyse varım).
Felsefe, duyusal idrak, ve
mantıksal muhakemelerden hiçbiri kesin bir öncül olamaz.
Oysa insan kendi bilincinden ve
kendi varlığından şüphe edemez.
Her şeyden şüphe etse bile şüphe ettiğinden
şüphe edemez.
Descartes’ın başlama noktası, kusursuz
bir varlık anlayışıdır.
Bu anlayış bir idea gibi hep vardır
(Platon).
Ancak kusursuz olan bir şey ilk neden
olabilir.
Etki nedenden daha büyük olamaz.
Tanrı vardır ve kusursuzdur; Tanrı ilk nedendir.
Madde ve Ruh diye iki farklı olgu
olduğunu belirtir.
Madde tek başına mekanik olarak
anlaşılır; ruh ise akılla kavranabilir.
Peki Tanrı’ya rağmen insan neden
yanılır o halde?
Çünkü düşünce ve duygular kendini
sunan şeyler analiz ederken her zaman sistematik ve eleştirel bir tarzda
ilerlemez.
O halde aklımızı eleştirel olarak
kullanmamız gerekir.
Duyularımızla algıladıklarımız
pratikte yarar sağlar ama aklın eleştirel süzgecinden geçmelidir öncelikle.
Hobbes ve Descartes arasında
şöyle bir fark var: Hobbes, hem zihinsel olguların hem de niteliklerin
materyalist ve mekanik nedensellikle açıklamaya çalışır (ortodoks materyalist);
Descartes ise, doğa materyalist ve mekanik nedenlerle açıklanabilse de ruh bu
şekilde açıklanamaz.
Ama bir yandan da beden ve ruh
arasındaki ilişkiyi sorunsali gündeme geliyor.
Bu noktada beden ve ruh arasında
bir nedensellik ilişkisi yoktur diyenler de mevcut ya da her ikisi de aynı
gerçekliğin farklı görünüşleri diyen de mevcut.
Pascal ise daha şüpheci
yaklaşıyor Tanrı’nın varlığına.
Dini inançları ne çürütebilir ne
de ispatlayabiliriz.
Bu bir varoluşsal tercihtir.
Vico’ya göre ise biz sadece kendi
yarattıklarımız hakkında açık ve kesin bir bilgi sahibi olabiliriz.
İnsanın yarattığı tanrının yarattığından
ayrıdır.
Doğayı insan değil de Tanrı
yarattığına göre onu sadece Tanrı tamamen anlayabilir.
Doğa süreçlerini tarif edebilir
ve fiziksel fenomenlerin deneysel durumlarda nasıl davranacağını
açıklayabiliriz; ancak doğanın niçin böyle davrandığına ilişkin idraki asla
elde edemeyiz.
Vico beşeri bilimler ile doğa
bilimleri arasındaki farkın sadece 2 metoddan ibaret olmadığını, iki disiplin
türünde biliş nesnesi ve biliş öznesi arasındaki farklı ilişkileri de
içerdiğini söyler.
Beşeri bilimlerde doğa
bilimlerindeki gibi bir özne/nesne ayrımı yoktur.
Beşeri bilimlerde araştırmacı
belirli anlamda kişisel olarak diğer insanların yaşam ve faaliyetlerindeki bir
katılımcıdır.
Vico, bireyselci tarihselci
ilkeyi ilk dillendiren kişidir
Yani her kültür ve devir kendine
has ve eşsizdir .
Spinoza (1632-1677), da klasik
rasyonalist olarak tabir edilen düşünürlerdendir.
O da Descartes gibi geometriden
esinlenmiştir.
Spinoza insan aklının teoremler
ve tümdengelimli çıkarımlarla mutlak biçimde kesin bir idrake ulaşabilme
yetisinin olduğunu düşünüyordu.
Kesin idrak vardır.
Çünkü Bilgi edinmenin ilk 3
yolunun bizi en yüksek bilgiye ulaştıramayacağını büyük bir kesinlikle
sezebiliriz .
-Stoacılarla bağlantısı var
denilebilir.
Spinoza’ya göre insanı hakiki
mutluluk ve dinginliğe erişmekten alıkoyan büyük engel tutkular ve duygulardır.
Fakat tüm duyguları da reddetmez.
İyi duygular etkinliğimizi
artırır.
Spinoza’nın töz
kavramı...
·
Töz birdir
çünkü dünyada birden fazla töz olamaz.
·
·
Töz zamanda
sonsuzdur.
·
·
Töz Tanrı’dır
·
·
Töz doğadır
(Panteizm, monizm)