19 Ocak 2023 Perşembe

 ORTAÇAĞDA FELSEFE - 2

 

SENTEZDEN (Aquinas) ŞÜPHECİLİĞE (Nominalistler)

Geç dönem Ortaçağ’da (13.yy), Thomist sentez düşüncenin doruk noktasını oluşturur. 

Bu dönemde papa ile imparator arasındaki mücadeleyi papa kazanmıştır.

Fakat kilisenin insan toplumu üzerindeki etkisi çok uzun sürmemiştir.

14. yy’da Kral ya da Papa mutlak iktidara sahip olmalı mıdır yoksa iktidar, geleneksel ve temsilci meclislerde de bulunup kadim yasalara ve geleneklere mi tâbi olmalıdır sorusu gündeme gelmiştir.

Marsilius (1275-1342) da Reform hareketini ve Protestanlığı müjdeleyen görüşleri benimsemiştir.

Tıpkı Thomas Aquinas gibi Marsilius da toplumun kendi kendine yeter olduğunu öne sürmüştür.

Yani teolojik veya metafizik meşrulaştırmaya ihtiyacı yoktur.

 Aquinas’a göre kutsal ve seküler olanın olduğu gibi, iman ve akıl da uyum içindeydi; bundan dolayı, bu kendine kendine yeter toplum, kaynağını Tanrı’dan almaya devam eder.

Fakat Marsilius, toplumun kiliseden bağımsız olduğunu iddia etmiştir. Marsilius bu açından nominalist olarak değerlendirilebilir.

Hıristiyan ve rasyonalist (seküler) doğrular arasındaki Thomist uyumu reddeder ve imanın doğruları ile aklın doğruları arasında radikal bir ayrımın bulunduğunu iddia eder: Akıl, kendi alanında (tıpkı toplum gibi) kendine yeterdir.

İman vahye dayanır (İncil’deki gibi) ve öbür dünyaya mahsustur, siyasete değil. 

O’nun teorisinde din, özel bir soru haline gelir ve kilise de neredeyse gönüllü, siyaset dışı bir kuruma dönüşür. 

Denilebilir ki Marsilius Reform hareketini ve Protestanlığı müjdeleyen görüşleri benimsemiştir.

Onun görüşlerinde sekülerleşme de mevcuttur.

Fakat ilk reformcular gibi o da tek bir evrensel Hıristiyan inancı tasarlamıştır. İradeye rasyonellikten daha çok vurgu yapmıştır.

Ochamlı Willam (1285-1349) da papanın mutlak monarşisine karşı Ortaçağ meşrutiyetini savunmuştur.

Felsefi olarak o da Marsilius gibi bir nominalistti.

Aquinas yeniden hatırlarsak kavramsal realistti yani kavramlar ve ilkeler evrende vardırlar.

Bu kavramlar ve ilkeler üzerinde düşünerek, evrenin kaynağı (Yaratıcı olarak Tanrı) gibi problemler hakkında gerçek bir kavrayışa sahip olabiliriz.

Ochamlı William ise bir kavramsal nominalist.

Bilincimizin dışında olan şeyler sadece algılanabilir şeylerdir.

İlahiyat ve Tanrı ile aramızdaki ilişki aslında İncil’e ve orada yazılanlara olan inancımıza dayanmaktadır.

Bu nedenle nominalizm akıl ve iman arasında belli bir ayrıma yol açar.

Bu, entellektüel faaliyetin felsefeden deneysel bilimlere doğru yönlendirildiği anlamına gelir.

Martin Luther, Teolojik olarak Martin Luther (1483-1546) Katolik Klisesi geleneklerine ve Papa’ya karşı İncil’în ve birey imanının savunucusu oldu.

Radikal Püriten mezhepleri kiliseye ve ayinlere dayalı kurtuluşu hurafe olarak görüp reddetmiştir.

Ochamlı William’ın nominalist anlayışını benimsemiştir.

Ortaçağ felsefesinin akla yatkın ve iyi düzenlenmiş evren fikrine bu bağlamda karşı çıktığı söylenebilir.

(görüşleri Aquinas’a değildi Augustine’e daha yakındır).

 İmanı akıldan üstün kabul eder.

İmana dair her şey İncil’de mevcuttur.

Papa ya da kilise kurumuna ihtiyacı yok bireyin.

Akıl bir bir ahlak kanununun temeli olamaz.

 İlahiyatı iradeci bir özellik taşımaktadır.

Doğru ve iyi olan Tanrı onları ahlaki bir standarda bağladığı için doğru ve iyi değillerdir.

Tanrının da uyması gereken ahlaki ilkeler olduğu görüşünü yalanlar.

Luther’a göre insanlar Aquinas ve Aristo’nun düşündüğü gibi toplumsal veya siyasal bir hayvan değildir.

Dizginlenmesi gereken vahşi bir hayvandır.

Onu toplumsal olarak denetlemesi gereken otoriter seküler bir devlete ihtiyaç vardır.

Seküler rejim de ruhani rejim de Tanrı tarafından kurulmuştur.

Seküler rejim tanrı tarafından kurulduğuna göre, devlete isyan aynı zamanda Tanrıya da isyan demektir.

Ama seküler rejim sapkın düşüncenin önüne geçemez.

Burada sadece Tanrı’nın sözü bir işe yarar.

Bu önemli bir ayrımdır.

Böylesi bir ayrım hukuk felsefesinde de içsel tutumlar ve dışsal davranışlar arasında önemli bir ayrıma yol açmıştır.

Seküler rejim sadece dışsal davranışları cezalandırabilir, içsel düşünceleri değil. 

Bu şekilde otoriter idarecilerin siyasi meşruiyeti de sağlanmış olur.

DOĞA BİLİMLERİNİN YÜKSELİŞİ

Antikite kültürünün yeniden doğuşunun, Rönesans ve deneysel bilimlerin kuruluşu için belirli önemi vardır.

Doğu Roma imparatorluğu 1453’te yıkıldığında, belli sayıda bilim adamı Batı’ya göçtü.

Göçüşleri Antik Yunan felsefesinin özellikle Platon’un yeniden keşfine yol açtı.  

Yunan felsefesinden gelen kavram ve terimler, ortaçağ skolastik felsefesinin tümdengelimci metodu ve coğrafi keşiflerle, yeni ticaret yollarının oluşmasıyla giderek artan bir dünyayı kontrol etme ve sömürme çabası birleşince deneysel bilimler doğa bilimlerinin gelişimi mümkün oldu.

Kopernik (1473-1543) Batlamyus-Aristo geleneği ile bağlantılı olan ve Kilisenin onayını almış olan dünya merkezli sistemden farklı olarak güneşin gezegen sisteminin merkezinde olduğu yeni bir sistem öne sürmüştür.

Bu tartışma Rönesans ve Reform dönemi boyunca devam etti.

Güneş merkezli sistemi gözleme dayanarak ispat edebilmek zordu.

Böylesi bir bakışaçısı insanların yaşam deneyimini de değiştirdi.

 İnsanlar kendilerini merkezin dışında hayat etmeye ve evreni farklı bir açıdan görmeye başladılar.

 Perspektifin bu altüst oluşuna Kopernik devrimi denir.

Bilimsel deneyime dayanan yeni teoriler insanın kendine olan bakışını da bilimselleştirdi.

 İnsan bir yandan kendini evrendeki bir tozdan ibaret saymak zorunda kalırken bir yandan da farklı bir öz bilinç kazandı.

Bacon’la hemen hemen aynı zamanlarda yaşamış olan Kepler de gezegenlerin yörüngelerini mekanik açıdan açıklamaya çalıştı.

Kepler Pisargorcuları hatırlatırcasına Tanrı’nın bir matematikçi olduğuna ve matematiksel formların duyuların tahrife açık dünyasına üstün olduğuna kanaat getirmiştir.

Kepler’e göre gezegenlerin hareketleri dairesel değil eliptiktir.

Göksel bir cisim güneşten uzaklığına bağlı olarak değişen hızlarda hareket eder.

Fakat Kepler’in teorisinin güç kazanması Newton’un yer çekimi kuvveti teorisi ile desteklenmeyi bekleyecektir.

Klasik mekanizm –deneysel ve matematiksel bilimlerin temeli 17. yy’ın sonuna doğru kuruldu.

Artık hakikatle uğraşan 3 temel bilim vardı.

 Bu nedenle felsefe için kendine bilimle ilgili bir yer belirlemek önemliydi.

Yeniçağdaki felsefenin çoğu felsefe ile doğa bilimlerinin arasındaki sınırı bulma girişimiydi.

17. yy’dan itibaren deneysel bilimler şekillenmeye başladı.

Kullanılan metot yeni bir metottu, hipotetik tümden gelim.

Matematikte ve mantıkta belirli önermelerle (aksiyom) başlanır.

Tümdengelimin kurallarının yardımıyla da teoremlere ulaşılır.

Tümevarımda ise sonlu sayıdaki belirli türden durumlarda doğru olan bir ifadenin bu türden tüm durumlara uygulanmasına dayanan akıl yürütme biçimidir.

Ortaçağ’daki skolastik felsefeye tümdengelim hakimdi.

Çünkü saf bir tümdengelim mantıksal olarak yeni bir bilgiye götürmüyordu.

Varılan sonuç üstü kapalı da olsa önerme de mevcuttur.

Tümdengelimsel cevaplar kesindir ama yeni bilgi peşinde olanlar için verimsiz bir yöntemdir.

İlk olarak Francis Bacon (1561-1626) yeni metot arayışında öne çıkan isimlerden biri oldu.

Hipotetik tümdengelimli metot olarak adlandırılan yeni yöntemde, Tümdengelimsel çıkarım ve gözlemin birarada kullanılmasıyla ilk defa hipotez tanımlandı.

Hipotez matematiksel olarak formüle edilebiliyordu.

Böylece gözlenebilir kavramlardan soyut kavramlara bir sıçrama mümkün oldu.

Bir hipotezin makul olup olmadığına karar vermek deney gerektirir.

Hipotez doğruysa hipotezden oluşması gereken şeyler hakkında belirli ifadeler çıkartılır.

Dolayısıyla hipotez test edilmiş olur.

Bu kısımda tümdengelimden yararlanılıyor.

Hipotez yeterli denenip yanlışlanamamışsa bir teori haline gelir.

 Teori de mutlak bilgi değildir.

Yanlışlandığı vakit geçerliliğini kaybedecektir.

Hipotetik tümden gelimli metot doğanın süreçlerinin tahmin edilebilir kıldı.

Bu insanoğlunda hem doğal olgulara dair bir idrak hem de onları kontrol edebilme gücü verdi.

Bacon, Aristo’dan, Ortaçağ ‘da felsefecilerinden ve Platon’dan farklı bir anlayışa sahiptir.

Ona göre teknolojiye sahip oldukça iyi bir topluma doğru ilerleme kaydedilecek.

Ortaçağ felsefecilerinin söyledikleri gibi bu dünya ‘değişmez’ değildir.

Platovari bir sabit ideal devlet değil de ilerlemeci tarihsel gelişim fikriyle ulaşılabilecek ideal devlet üzerine düşünür.

Bu aydınlanma düşüncesini müjdelemektedir.

Bu dönemin bir başka önemli ismi de Galileo’dur (1564-1642).

 Galileo da Bacon ve Kepler’le hemen hemen aynı zaman diliminde yaşamıştır.

O da astoronomiyle ilgili olarak Kopernik çizgisini takip etmiş ve karşı tezi çürütmeye çalışmıştır.

Yine de Kepler’in gezegenlerin yörüngesinin eliptik olduğu fikrini benimsememişti.

Galileo zamanında deneyker yapmış olsa da hem filozof hem de bir fizikçi olarak gözlemci (ampirisist) olmaktan ziyade bir rasyonalisttir.

 Platon gibi akıl ve matematiği duyuların üzerine yerleştiriyordu.

Galileo’nun en önemli katkısı belki de sınırlı ve hiyerarşik bir evren görüşünden sonsuz bir evren görüşüne geçişin öncülüğünü yapmasıdır.

Aynı doğa kanunları evrenin her yerinde geçerlidir.

Astronomi ve fizik aynı ilkere dayanır.

Aristo fiziğinde her şeyin kendi doğal yeri vardır.

Her bir şey doğasıyla uyumlu olarak evrende kesin bir yere sahiptir.

Aristo inorganik nesnelerin hareketini her şeyin doğal yerini arayacağı varsayımından hareketle açıklamaya çalıştı.

Ağır şeyler düşer çünkü doğal yerleri dünyanın yüzeyine yakındır.

Hafif şeyler yükselir (bulut) çünkü doğal yerleri yüksektir.

Aristo ağır şeylerin hafif şeylerden daha hızlı düştüğünü düşünüyordu.

Oysa yeni fizikte tüm serbest düşen nesneler aynı hıza ulaşırlar.

Aristo’ya göre bunun nedeni uzayın dolu olmasıdır.

Dolayısıyla nesnelerin düştüğü ortam bir direnme önerir.

Ama yeni fizikte boş sürtünmesiz bir uzay fikri mevcuttur.

Yeni fizikle birlikte Aristo’nun hareket fikri tamamen kırıldı.

 Yeni anlayışa göre bir boşlukta ‘doğal yerler’ yoktur ve cisim nereye hareket edeceğini asla ‘bilmeyecektir’.

İnsanın ‘subject’ haline gelişi ve nesnenin ‘object’ haline gelişi.

 

RÖNESANS VE SİYASET TEORİLERİ

Bilimde bu tür bir paradigmatik değişim olurken, siyasetle üzerine düşünen düşünürler de farklı fikirlerle Rönesans sahnesindeki yerlerini alırlar.

Galileo, tüm soruların matematiksel bir dille sorulması gerektiğini zira doğa kitabının bu dille yazılmış olduğunu söyleyerek cevap verir.

Galileo’nun doğa ve matematik görüşü onu Pisagorcular ve Platon geleneği içerisine yerleştirir:

Doğanın özü nihai olarak rakamlardır.

Duyularımız gerçekliğin bu boyutuna anında erişim sağlamazlar.

Bu noktada Aristo’dan farklılaşır .

Galileo’nun doğa bilimi; renk koku ve tat gibi duyusal nitelikler için hiç açık kapı bırakmaz.

“Objektif” doğaya ait değillerdir ve gerçekliğin özünün bir parçası sayılmazlar.

Duyusal nitelikler subjektiftir. ve yaşayan özneden meydana gelir.

 Galileo’ya göre duyusal niteliklerin subjektifliği teorisi, duyusal deneyimin en önemli bilgi kaynağı olamayacağı anlamına gelir.

Duyusal deneyimin matematiksel akılla yönlendirilmesi gerekir.

Doğa deneysel olarak incelenmeli ve matematiksel akıl da doğanın özünü kavramamızı sağlayacak yegane araçtır.

 İnsanoğlu bu matematiksel kavrayışa doğuştan sahiptir.

 Doğanın matematiksel bilgisi Tanrı’nın bilgisi ile çelişemez.

Bu görüşlerini örnek göstererek Galileo’nin bir empirisistten çok bir rasyonalist olduğu söylenebilir.

Geometriye dair bilgiler, teknolojik gelişmenin de altyapısını hazırladı.

Bu dönemde hala Aristo ve dünya merkezli duruşa bağlılık mantıksız değildi.

Kopernik astronomisinin en büyük problemi temel hipotezlerinin günlük deneyimimize çok zayıf biçimde tekabül ediyor görünmesidir.

İddia edilen olguların açıklanabilmesi Newton’u beklemek zorundaydı.

Newton (1642-1727)’un ortaya attığı fizik teorileri, hem astronomide hem de mekanikte daha önceki teorileri güçlendirdi.

Newton, yeni fizik biliminde matematiğin özellikle de geometrinin rolünü vurgulamıştır.

Geometrik şekillerle izah edilebilen hareket kavramı doğa güçlerini ve bu güçlere bağlı olguları açıklamak üzere fizik için bir.

Newton’un görüşleri felsefe, tıp ve hukuk gibi alanlarda da değişimleri beraberinde getirdi.

Diğer bilim dalları da mekanik açıklamaların peşine düştü.

 Nedensellik ilkesi bugünü yöneten ilkelerin yarın da şekillendireceği konusundaki görüşü güçlendirdi.

Gerçeğin ne olduğuna dair ilahiyatın ortaya koyduğu açıklamalar iktidarını bu bilim anlayışına bıraktı.

Tıp bir taraftan anatominin bir taraftan da fizik ve kimyanın gelişmesiyle bağlantılı olarak daha önce normatif ve yorumsamacı bir disiplinken yavaş yavaş bilimsel bir disiplin haline geldi.

Biyolojiyle ilgili olarak ise indirgemeci (organik doğanın bütün yönleri Newtoncu fizikte görülen mekanik ve materyalist kavramlarla anlaşılabilir yani organik olan inorganikle aynı yasalara tâbidir, burada biyoloji fizik’e indirgenir) ve vitalist (biyolojik disiplinler yaşamın süreçlerini kavramak için eşsiz kavramlara ihtiyaç duyarlar, daha çok Aristo’nun görüşlerine yakındırlar) görüşler arasında bir ihtilaf ortaya çıktı.

 

RÖNESANS VE SİYASET

Ortaçağ’da objektif bir doğal hukukun iyi ve doğrunun normunu belirlediği kabul ediliyordu ve bu kral ya da imparatorlar için de geçerliydi.

 Toplum genellikle karşılıklı sözleşmeye dayanan bir cemiyet olarak görülürdü ve egemen olan toplumdu, devletin başı değil.

Rönesansın sonunda devletin mutlak iktidarı kozmopolit bir imparatorluğun değil, bir ulusal devletin mutlak hükümdarının ellerinde bulunuyordu.

Machiavelli bir liderin yozlaşmış bir toplumda iktidarı nasıl ele geçirebileceğine ilişkin teorileriyle bilinir.

Machiavelli’nin siyaset teorisi bir hükümet mekaniği öğretisidir.

İnsanın bencil olduğu önkabulunden yola çıkar.

Kıt kaynaklar bireyler arasında çatışmaya neden olur devlet ise bu diğerlerinin saldırısına karşı bireyin korunma ihtiyacından doğmuştur.

Halkın güvenliğini sağlamak için güçlü bir hükümdara gereksinim vardır.

 Siyasette son antik Yunan ve Orta Çağ’da olduğu gibi iyi yaşam değil, iktidarı kazanıp, elinde tutmak ve böylece iktidarı sağlamaktır.

 Başka her şey, ahlak ve din de dâhil olmak üzere, araçtır.

Machiavelli’ye göre varolan hukuk ve aklak mutlak ve evrensel değildir, bir hükümdarca kurulmuştur.

Hukuk ve ahlak hükümdar tarafından kurulduğuna göre hükümdarın kendisi bunların üzerindedir.

 Tek bir ahlak vardır o da hükümdarın iradesi.

Hükümdarın halk üzerinde etkin olmasına çalıştığı ahlakın normatif bir anlamı yoktur.

Bu sadece hükümdar için siyasi bir araçtır.

Hükümdarın kendi davranışının ahlaki tarafı ise toplumdaki istikrarı muhafaza etmektir.

17. yy’ın önemli siyaset teorisyenlerinden olan Thomas Hobbes’un (1588-1679) yaşadığı dönemde, asillerin eski ayrıcalıklarını kaldırıp huzur ve düzeni sağlayabilecek, müşteri ve rakiplerin ticaret anlaşmalarına bağlılıklarını garanti edebilecek güçlü bir krala ihtiyaç hissediliyordu denilebilir.

Hobbes, ilhamını doğa bilimlerinden alır.

Evren mekanik olarak hareket eden maddi parçalıklardan oluşmaktadır.

Hobbes’un düşüncesine göre toplumu benzer şekilde parçalara bölmek, parçaları incelemek ve sonra birbirleriyle nasıl ilişkilendiklerini ve nasıl işlediklerini görmek için geri yerlerine koymaktır.

Hobbes bütünü parçalara indirgemez.

Fakat bütünün işlevsel birlikleriyle olduğu gibi, parçaları ve bunların özellikleriyle anlaşılabileceğini söyler.

Hobbet bu noktada derinde yatan açıklayıcı bir ilkenin peşindedir

. Hobbes kısmen işlevselci (fonksiyonalist) bir açıklama peşindedir.

Hobbes toplumsal olguları açıklarken toplumu oluşturan parçaların işlevsel bağlantısını bulmaya çalışır.

Hobbes devleti mümkün kılanın ne olduğunu sorgular.

Bunu cevaplamak için durumu tersine çevirir ve devlet olmasaydı insan hayatı nasıl olurdu onu hayal etmeye koyulur.

Bunun içinde ‘doğal hal’ doktrininden faydalanır.

Bireyler hayatta kalmak için birbirleriyle mücadele içindedirler.

Hayatta kalmaya kendi özlerini muhafaza etmeye çalışırlar.

Dayanışma, cemaat gibi diğer olguları da bireyin kendi özünü muhafaza etmesine istenciyle açıklanmalıdır der.

Burada Hobbes’un toplumsal olguları psikolojik nosyonlar vasıtasıyla açıklamaya çalıştığı da söylenebilir.

Hobbes; Aristo ve Platon’dan farklı olarak insanoğlunu doğası gereği politik bir hayvan olarak görmez.

Sözleşmeye taraf olurken aslında kendi öz çıkarını kollamak ister.

Hobbes’a göre, toplumun kendi çıkarlarını kollayan bireyler arasındaki anlaşmanın bir ifadesi olduğunu söylenebilir bu bağlamda toplum, aklın kabul ettiği bir toplumsal sözleşme üzerine inşa edilmiştir denilebilir.

 Toplumsal sözleşme toplumu oluşturan şeydir.

Siyasette ve genelde toplumsal yaşamdaki toplumsal olguları açıklar. Devlet bu sözleşmeyle kurulur.

Hobbes’a göre sözleşme herkesin özgürlüklerini bir devlet organına bırakması fikrine dayanır.

Devlet tüm meşru fiziksel kuvvetin bir organda toplanması olgusuyla tanımlanır.

Fiziksel kuvvet olmadan sözleşme de bozulabilir.

Fiziksel kuvvet herkes için yaşam ve sağlığı güvence altına almak için anılan sözleşmeyi insanların bozmasını engelleyebilecek tek unsurdur.

Devleti yaratan sözleşme hükümdar ve halk arasındaki bir sözleşme değildir.

Bireyler arasındaki bir sözleşmedir.

Bireyler hükümdara özgürlüklerini teslim ederler.

Dolayısıyla hükümdar mutlak egemendir.

Devlet ve monarşi bireyler için özün muhafazasını güvence altına alan yegâne araçlardır.

Klasik doğal haklar felsefesinde doğal hukuk ideal bir şeydir ve insanın üzerindedir.

Bunlara ulaşmak için çaba göstermek gerekir.

Hobbes’a göre ise doğal hakları bireyin benlikçi doğası ile açıklanır.

Aristo’ya göre temel değişim kavramı potansiyelin gerçekleşmesini gerektiriyordu.

Hem etken hem de ereksel neden vardı.

Hobbes’ta ise tek bir neden vardır o da etken nedendir.

Siyasi ve toplumsal ilişkiler tekil psikolojik özelliklere bağlar ve toplumu maddi öğelere ve bunların mekanik hareketlerine indirger.

Bir kez altta yatan unsurlar ve güçlerin neler olduğunu belirledikten sonra toplumu yeniden inşa edebiliriz .

Descartes (1596-1650) Eğer der Descartes, felsefe tümden gelimli bir sistem olacaksa tamamen kesin doğru önermeler bulmalıyız çünkü tümden gelimli bir sistemde eğer önermeler kesin değil ve sadece yarı doğruysa sonuçların (teoremler) pek bir değeri yoktur.

 O halde mutlak biçimde kesin olan önermelere nasıl ulaşılır sorusu gündeme gelir bu sefer.

Mantıksal olarak kesinliklerinden şüphe edeceğimiz tüm önermeleri süzgeçten geçirip kesin önermelere ulaşma yöntemine metodik şüphe denir yani tümden gelimli bir felsefi sistemde öncül olamayacak tüm ifadeleri eleme metodu.

Fakat metodik şüphenin de önkabulleri yok değildir: Düşünen bir özne.

Descartes’a göre şüpheye son verecek kesinlik düşünen bireyin kesinliğdir (Düşünüyorum öyleyse varım).

Felsefe, duyusal idrak, ve mantıksal muhakemelerden hiçbiri kesin bir öncül olamaz.

Oysa insan kendi bilincinden ve kendi varlığından şüphe edemez.

 Her şeyden şüphe etse bile şüphe ettiğinden şüphe edemez.

Descartes’ın başlama noktası, kusursuz bir varlık anlayışıdır.

Bu anlayış bir idea gibi hep vardır (Platon).

Ancak kusursuz olan bir şey ilk neden olabilir.

Etki nedenden daha büyük olamaz.

 Tanrı vardır ve kusursuzdur; Tanrı ilk nedendir.

Madde ve Ruh diye iki farklı olgu olduğunu belirtir.

Madde tek başına mekanik olarak anlaşılır; ruh ise akılla kavranabilir.

Peki Tanrı’ya rağmen insan neden yanılır o halde?

Çünkü düşünce ve duygular kendini sunan şeyler analiz ederken her zaman sistematik ve eleştirel bir tarzda ilerlemez.

O halde aklımızı eleştirel olarak kullanmamız gerekir.

Duyularımızla algıladıklarımız pratikte yarar sağlar ama aklın eleştirel süzgecinden geçmelidir öncelikle.

Hobbes ve Descartes arasında şöyle bir fark var: Hobbes, hem zihinsel olguların hem de niteliklerin materyalist ve mekanik nedensellikle açıklamaya çalışır (ortodoks materyalist); Descartes ise, doğa materyalist ve mekanik nedenlerle açıklanabilse de ruh bu şekilde açıklanamaz.

Ama bir yandan da beden ve ruh arasındaki ilişkiyi sorunsali gündeme geliyor.

Bu noktada beden ve ruh arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur diyenler de mevcut ya da her ikisi de aynı gerçekliğin farklı görünüşleri diyen de mevcut.

Pascal ise daha şüpheci yaklaşıyor Tanrı’nın varlığına.

Dini inançları ne çürütebilir ne de ispatlayabiliriz.

Bu bir varoluşsal tercihtir.

Vico’ya göre ise biz sadece kendi yarattıklarımız hakkında açık ve kesin bir bilgi sahibi olabiliriz.

 İnsanın yarattığı tanrının yarattığından ayrıdır.

Doğayı insan değil de Tanrı yarattığına göre onu sadece Tanrı tamamen anlayabilir.

Doğa süreçlerini tarif edebilir ve fiziksel fenomenlerin deneysel durumlarda nasıl davranacağını açıklayabiliriz; ancak doğanın niçin böyle davrandığına ilişkin idraki asla elde edemeyiz.

Vico beşeri bilimler ile doğa bilimleri arasındaki farkın sadece 2 metoddan ibaret olmadığını, iki disiplin türünde biliş nesnesi ve biliş öznesi arasındaki farklı ilişkileri de içerdiğini söyler.

Beşeri bilimlerde doğa bilimlerindeki gibi bir özne/nesne ayrımı yoktur.

Beşeri bilimlerde araştırmacı belirli anlamda kişisel olarak diğer insanların yaşam ve faaliyetlerindeki bir katılımcıdır.

Vico, bireyselci tarihselci ilkeyi ilk dillendiren kişidir

Yani her kültür ve devir kendine has ve eşsizdir .

Spinoza (1632-1677), da klasik rasyonalist olarak tabir edilen düşünürlerdendir.

O da Descartes gibi geometriden esinlenmiştir.

Spinoza insan aklının teoremler ve tümdengelimli çıkarımlarla mutlak biçimde kesin bir idrake ulaşabilme yetisinin olduğunu düşünüyordu.

Kesin idrak vardır.

Çünkü Bilgi edinmenin ilk 3 yolunun bizi en yüksek bilgiye ulaştıramayacağını büyük bir kesinlikle sezebiliriz .

-Stoacılarla bağlantısı var denilebilir.

Spinoza’ya göre insanı hakiki mutluluk ve dinginliğe erişmekten alıkoyan büyük engel tutkular ve duygulardır.

Fakat tüm duyguları da reddetmez.

İyi duygular etkinliğimizi artırır.

Spinoza’nın töz kavramı...

·        Töz birdir çünkü dünyada birden fazla töz olamaz.

·         

·        Töz zamanda sonsuzdur.

·         

·        Töz Tanrı’dır

·         

·        Töz doğadır (Panteizm, monizm)