KLASİK İNSAN GÖRÜŞÜ
İnsanoğlu kendisi için
hep bir sorun teşkil etmişse de modern insan bu sorunu iki basit ve ham çözüm
getirerek daha da ağırlaştırmıştır.
İdealist veya
natüralist, rasyonalist veya romantik, çağdaş insan kendisi hakkında basit ve
kesin görüşlere sahip olmasıyla tavsif edilir.
Çağdaş insan kendini
anlama sorununu ağırlaştırmıştır, çünkü kendisi hakkındaki söz konusu kesin
görüşler birbiriyle veya tarihsel gerçeklerle, özellikle de güncel tarihin
gerçekleriyle çelişir.
Bu görüşler ya tarih
tarafından çürütülmüş ya da bilinen gerçeklere meydan okumak, karşı çıkmak
adına korunmuştur.
Doğayı anlama/kavrama
itibariyle, en büyük ilerlemeyi çağdaş kültürün, yani Rönesans’tan bu yana
bizim kültürümüzün kaydettiğini ve fakat aynı süreçte insanı anlamada/kavramada
en büyük akıl karışıklığının yaşandığını söylemek yanlış olmaz.
Böylesi bir kredi ile
böylesi borç, belki de mantıksal olarak birbiriyle ilintilidir.
İnsan doğasına dair
çağdaş görüş ayrılıklarını ve çatışmaları tam manasıyla değerlendirebilmek
için, tipik çağdaş doktrinler ile insanoğlunun doğası hakkında Batı kültürünü
şekillendirmiş olan geleneksel görüşün tarihsel ilişkisini kurmak gerekir.
İnsan doğasına dair
çağdaş görüşlerin tümü, insanoğlu hakkında iki belirgin görüşün uyarlaması,
dönüştürülmüş hali ya da bileşkesidir.
Bu iki belirgin
görüşten biri, (a) klasik antik çağın, yani Greko-Romen dünyanın,
diğeri ise, (b) İncil’in görüşüdür.
Unutmamalıdır ki, bu
iki görüş birbirinden farklıdır ve birbiriyle kısmen uyumlu olduğu halde Orta
Çağ’ın Katoliklik düşüncesinde bir arada yaşar (Bu bileşim kusursuz ifadesini
Thomas Augustin-Aristo sentezinde bulur).
Çağdaş kültür tarihi,
aslında bu sentezin çözülmesiyle başlar.
Bu sürecin habercisi nominalizm (adcılık)
olmuş, süreç Rönesans ve Reform ile tamamlanmıştır.
Söz konusu sentezin
çözülmesi sürecinde, Rönesans klasik unsurları damıtmış, Reform ise İncil’e
dair unsurları klasik unsurlardan ayıklama çabasına girmiştir.
Liberal Protestanlık
bu unsurları tekrar bir araya getirme çabasıdır ki, beyhude bir çaba olmuştur.
Aslında, aralarında
pek az ortaklık vardır.
İki görüş arasındaki
ortak yönler, insanoğlu hakkındaki klasik görüşün çağdaş düşünce eliyle yeniden
tefsir edilerek natüralizm lehine dönüştürülmesi, yani şekil değiştirmesiyle
tümüyle kaybolmuştur.
Böylece, çağdaş kültür
insanoğlunun doğasına dair iki karşıt görüşün savaş alanı haline gelmiş;
çatışma çözümlenememiş; netice itibariyle klasik görüşün modernize edilmiş
şeklinin, neredeyse tam zaferiyle sonuçlanmıştır.
Bu zafer, günümüzde
dış düşmanların değil, hane içinde yaşanan kargaşanın tehdidi altındadır.
Sorunun bu analizini
doğrulayabilmek için insanoğlunun doğası hakkındaki klasik görüş ile Hıristiyan
görüşünü, en azından kısaca incelemek gerekir.
İnsana dair klasik
görüş, temel olarak insanoğlunun doğası hakkında Eflatun, Aristo ve Stoacı
felsefenin ortaya koyduğu görüşlerin bütünüdür.
Doğaldır ki, bu klasik
görüş farklı vurgular içerir, ama ortak payda, insanoğlunu öncelikle akli
melekesinin eşsizliği itibariyle değerlendiren inançtır ve bu nedenle tek bir
görüş olarak kabul edilebilir.
İnsanoğlunu eşsiz
yapan “nous”’sudur.
Nous, “ruh” olarak
tercüme edilebilir, ama vurgu düşünme kapasitesi ve mantığa yöneliktir.
Aristo’da saf zihinsel
faaliyet olan nous, insanoğluna dıştan duhul eden evrensel ve ölümsüz bir
unsurdur.
Barındırdığı tek bir
öğe, “aktif”ten farklı olarak “pasif” nous, belirli bir fiziksel
organizmanın benliğine girerek ona tâbi olur.
Aristo nous’sunun
zihinsel faaliyetinin ne ölçüde bütünlüklü olduğu, Aristo’nun insanoğlunun öz
bilinç kapasitesini açıkça yadsıyor olmasından anlaşılabilir.
Aristo’nun nous‘su,
şeyleri bilincin nesnesi yapar, ama kendisini yapamaz.
“Zihin bilinene odaklanarak (bilineni
paylaşarak) kendini tanıyamaz; (zihin) dokunarak ve bilgiyle tanınır olur, öyle
ki zihin ile zihnin nesnesi aynı şeydir.”
Bu tanım, Aristo’nun
kendini sadece öz bilinçte ifade ettiğini savunduğu ilahi bilinç anlayışıyla
karşılaştırıldığında daha da önem kazanır.
Eflatun’da nous veya logistikon,
ruhtan Aristo’daki kadar keskin biçimde ayrılmaz.
Ruhun içindeki en
üstün unsur olup diğer ikisi arzu ve şevk verici (canlandırıcı) unsurlardır.
Her iki filozof da
“zihni” bedenden keskin biçimde ayrı tutar.
Zihin, birleştirici ve
düzenleyici özdür, logos’un organıdır.
Logos, dünyanın
yaratıcı ve biçimlendirici unsuru olduğu gibi, ruhsal yaşamın da ahengini
sağlar.
İnsan doktrini
itibariyle, Yunan metafizik ön varsayımlarının belirleyici, tayin edici olması
doğaldır.
Yunan felsefesi,
Parmenides’ten başlayarak, bir yandan varoluş ile akıl arasında özdeşlik
olduğunu varsayıp diğer yandan aklın asla yönetilemeyen, denetlenemeyen
şekilsiz ya da şekillenmemiş bir şey/madde üstünde çalıştığını varsayar.
Aristo düşüncesinde madde, şeyi form ve
kavrama dönüştüren temizlenme sürecinde, aslında var olmayan, aklın bilmediği,
akla yabancı olan kalıntıdır.
Bu namevcutluk varlık
ya da yokluk hali değil, ‘daha değil’ halidir, yani sadece bir kavramsal hükmün
oluşumuna aracılık ettiği ölçüde gerçeklik kazanır.
Eflatun ile Aristo
aynı rasyonalizm ve düalizm (ikicilik) görüşünü paylaşırlar.
Düalizm Eflatun’da
sarih, Aristo’da zımni ve örtülüdür.
Rasyonalizm ve düalizmin klasik insan doktrini
ve buradan alıntı yapan tüm modern doktrinler üstündeki etkisi belirleyici
olmuştur.
Sonuçları
şöyledir:
(a) Rasyonalizm,
rasyonel insanla -ki bu öz insandır- ilahi olanı neredeyse özdeşleştirir, çünkü
yaratıcı unsur olarak zihin, Yaradan ile özdeştir.
Bireysellik (bireylik)
önemli bir kavram olarak öne çıkmaz, çünkü bedenin özellikleriyle ilgilidir.
Aristo düşüncesinde,
sadece aktif nous, yani ruhla ilgisi olmayan zihin ölümsüzdür.
Eflatun’a gelince,
ruhun ölümsüzlüğünün kanıtı, fikrin değişmezliğidir.
(b) Düalizmin
insan doktrini itibariyle sonucu, zihnin ya da ruhun esas itibariyle iyi
olduğunu varsaymak, kötülüğü bedenle özdeşleştirmek olmuştur.
Beden-zihin düalizmi
ve beden ile zihne dair değer yargıları, İncil’in insan görüşüyle tam bir tezat
teşkil ederek insan doğasına dair müteakip teorileri kaçınılmaz bir biçimde
etkilemiştir.
İncil, iyi bir kafa,
kötü bir beden bilmez (tanımaz).
Bir monist (tekçi) ve
panteist felsefe olarak Stoacılık, Aristo ve Eflatun düşüncesinden pek çok
bakımdan keskin biçimde ayrılır.
Ne var ki, benzerlikler “klasik” resmin bir
parçasını oluşturabilecek kadar çoktur.
Stoacı akıl, hem
dünyadaki süreç hem de ruh ve beden itibariyle Eflatunculuk’tan daha içkindir
(batınidir) ama insanoğlu, esas itibariyle yine de akıldır.
Düalizmi bile tümüyle
dışlamaz, çünkü Stoacılık, insanoğlunu yöneten aklın, onu aklın dışında bulduğu
doğaya özenmeye mi, yoksa ilahi aklın parçası olarak doğanın dürtülerine karşı
koymaya mı ikna etmeli, emin değildir.
Genel olarak vardığı
görüş, klasik kavramlarla esasen uyum içinde değildir.
Psikolojisinde insanoğlunun özgürlüğüne
yaptığı vurgu, metafiziğinin panteist natüralizmine galip gelir ve her ne kadar
aklı temelde bedensel ahengi yöneten unsur olarak görse de, insanoğlunun
tepisel yaşamı ve tutkuları karşısındaki olumsuz tavrını bedensel dürtülere
bağlamak suretiyle kendi kendisiyle çelişir.
Anlaşılabileceği
üzere, insanoğlunun doğasına dair Yunan felsefesi, “klasik” görüşü ifade eden
Eflatun, Aristo ve Stoacı düşünceyle sınırlı değildir.
Modern dirimselciliğin
(vitalizm) ve romantizmin kökeninde Dionisoscu din, Herakleitos’un nihai
gerçeklik kavrayışı olarak Flux (akı, akış) ve Ateş, özellikle de
Yunan trajedisindeki Dionisoscu temanın gelişimi vardır.
Bu gelişimin takipçisi mistisizm, Orfizm ile
Pitagorascılığa atfedilir.
Çağdaş kültürün
gelişimi itibariyle daha da önemli olan, Demokritos ve Epikür’ün kendi
natüralizm ve materyalizm (maddecilik) anlayışları çerçevesinde, insanoğlunu
-eşsiz akli melekeye sahip olduğu için- doğa ötesi bir varlık olarak değil,
doğanın tam anlamıyla parçası olarak yorumlamış olmalarıdır.
Bu Yunan materyalizmi,
en az Eflatun veya Aristo materyalizmi kadar rasyoneldi ve insanoğlunu bu yolla
anlamaya çalıştı.
Modern kültürün insanoğlunun doğanın çocuğu
olması gibi, bazı tipik yorumlara ulaşması, Stoacı görüşün, Demokritos ve
Epikür natüralizmi ile bir araya gelmesiyle mümkün olmuştur.
Şu gözden
kaçırılmamalıdır ki, insan erdemine dair klasik görüş, insanın
kişiliğinde/karakterinde kusur bulmayan Hıristiyan görüşle kıyasta iyimserken
ve rasyonel insanın erdemine tam anlamıyla güvenirken, modernlerin her insanın
erdemli veya mutlu olduğuna güvenme eğilimini paylaşmaz.
Dolayısıyla, Yunan
yaşamının melankolik bir havası vardır.
Bu melankoli, burjuva
(orta sınıf) kültürünün, klasik dünya görüşü ile Yunan insan görüşünü, sadece
restore ettiği varsayımına rağmen, şu aralar ölmekte olan burjuva kültüründeki
yaygın iyimserlikle taban tabana zıttır.
“Bence, insanoğlu,
dünyada sürünen ve nefes alan şeylerin arasında en acınası olanıdır,” der
Zeus İlyada’da.
Ve bu anlayış,
Homer’den Helenik çağa kadar, Yunan düşüncesine kalıcı biçimde nüfuz etmiştir.
Yunanlıları melankoliye sevk eden, öncelikli
olarak yaşamın kısa ve insanoğlunun ölümlü olmasıydı.
Onları bu ruh halinden
ne Eflatun’un ölümsüzlük teminatı ne de mezarın ötesinde hiçbir şey olmadığını,
dolayısıyla ölümden korkulmaması gerektiğini vaaz eden Epikür çıkarabildi.
Aristo, düşüncesini,
“Ölüm yaşamdan iyidir, en iyisi hiç doğmamak,” diye itiraf ederek melankolinin,
dehanın tabii sonucu olduğunu söyledi.
Filozoflar, akıllı
insanın erdemli olacağına inançla iyimserdiler, ama insanların pek çoğunun
akıllı olabileceğine asla inanmadılar.
Stoacı Chrysippos için mutluluk sadece
akıllılara mahsustur, ama insanların çoğunun aptal olduğundan emindir.
Stoacılar, her insanda
ilahi akıldan bir parça olduğu gerekçesiyle, herkesi kardeşliğe davet ederken,
çoğuna rasyonaliteden nasibini almadığı için acır.
Böylelikle, bu
eşitlikçi tavırları hızla yozlaşarak aristokratça bir lütfa dönüşür ki, bu
Aristo’nun “yaşayan aletler” olarak esirlere duyduğu nefretten farklı değildir.
Seneca, inançlı
evrenselciliğine rağmen, “Dünyayı affet: Bunların hepsi aptal,” diye dua eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder