3 Ocak 2023 Salı

 KLASİK İNSAN GÖRÜŞÜ

 

İnsanoğlu kendisi için hep bir sorun teşkil etmişse de modern insan bu sorunu iki basit ve ham çözüm getirerek daha da ağırlaştırmıştır.

 

İdealist veya natüralist, rasyonalist veya romantik, çağdaş insan kendisi hakkında basit ve kesin görüşlere sahip olmasıyla tavsif edilir.

 

Çağdaş insan kendini anlama sorununu ağırlaştırmıştır, çünkü kendisi hakkındaki söz konusu kesin görüşler birbiriyle veya tarihsel gerçeklerle, özellikle de güncel tarihin gerçekleriyle çelişir.

 

Bu görüşler ya tarih tarafından çürütülmüş ya da bilinen gerçeklere meydan okumak, karşı çıkmak adına korunmuştur.

 

Doğayı anlama/kavrama itibariyle, en büyük ilerlemeyi çağdaş kültürün, yani Rönesans’tan bu yana bizim kültürümüzün kaydettiğini ve fakat aynı süreçte insanı anlamada/kavramada en büyük akıl karışıklığının yaşandığını söylemek yanlış olmaz.

 

Böylesi bir kredi ile böylesi borç, belki de mantıksal olarak birbiriyle ilintilidir.

 

İnsan doğasına dair çağdaş görüş ayrılıklarını ve çatışmaları tam manasıyla değerlendirebilmek için, tipik çağdaş doktrinler ile insanoğlunun doğası hakkında Batı kültürünü şekillendirmiş olan geleneksel görüşün tarihsel ilişkisini kurmak gerekir.

 

İnsan doğasına dair çağdaş görüşlerin tümü, insanoğlu hakkında iki belirgin görüşün uyarlaması, dönüştürülmüş hali ya da bileşkesidir.

 

Bu iki belirgin görüşten biri, (a) klasik antik çağın, yani Greko-Romen dünyanın, diğeri ise, (b) İncil’in görüşüdür.

 

Unutmamalıdır ki, bu iki görüş birbirinden farklıdır ve birbiriyle kısmen uyumlu olduğu halde Orta Çağ’ın Katoliklik düşüncesinde bir arada yaşar (Bu bileşim kusursuz ifadesini Thomas Augustin-Aristo sentezinde bulur).

 

Çağdaş kültür tarihi, aslında bu sentezin çözülmesiyle başlar.

 

 Bu sürecin habercisi nominalizm (adcılık) olmuş, süreç Rönesans ve Reform ile tamamlanmıştır.

 

Söz konusu sentezin çözülmesi sürecinde, Rönesans klasik unsurları damıtmış, Reform ise İncil’e dair unsurları klasik unsurlardan ayıklama çabasına girmiştir.

 

Liberal Protestanlık bu unsurları tekrar bir araya getirme çabasıdır ki, beyhude bir çaba olmuştur.

 

Aslında, aralarında pek az ortaklık vardır.

 

İki görüş arasındaki ortak yönler, insanoğlu hakkındaki klasik görüşün çağdaş düşünce eliyle yeniden tefsir edilerek natüralizm lehine dönüştürülmesi, yani şekil değiştirmesiyle tümüyle kaybolmuştur.

 

Böylece, çağdaş kültür insanoğlunun doğasına dair iki karşıt görüşün savaş alanı haline gelmiş; çatışma çözümlenememiş; netice itibariyle klasik görüşün modernize edilmiş şeklinin, neredeyse tam zaferiyle sonuçlanmıştır.

 

Bu zafer, günümüzde dış düşmanların değil, hane içinde yaşanan kargaşanın tehdidi altındadır.

 

Sorunun bu analizini doğrulayabilmek için insanoğlunun doğası hakkındaki klasik görüş ile Hıristiyan görüşünü, en azından kısaca incelemek gerekir.

 

İnsana dair klasik görüş, temel olarak insanoğlunun doğası hakkında Eflatun, Aristo ve Stoacı felsefenin ortaya koyduğu görüşlerin bütünüdür.

Doğaldır ki, bu klasik görüş farklı vurgular içerir, ama ortak payda, insanoğlunu öncelikle akli melekesinin eşsizliği itibariyle değerlendiren inançtır ve bu nedenle tek bir görüş olarak kabul edilebilir.

 

İnsanoğlunu eşsiz yapan “nous”’sudur. 

 

Nous, “ruh” olarak tercüme edilebilir, ama vurgu düşünme kapasitesi ve mantığa yöneliktir.

 

Aristo’da saf zihinsel faaliyet olan nous, insanoğluna dıştan duhul eden evrensel ve ölümsüz bir unsurdur.

 

Barındırdığı tek bir öğe, “aktif”ten farklı olarak “pasif” nous, belirli bir fiziksel organizmanın benliğine girerek ona tâbi olur.

 

Aristo nous’sunun zihinsel faaliyetinin ne ölçüde bütünlüklü olduğu, Aristo’nun insanoğlunun öz bilinç kapasitesini açıkça yadsıyor olmasından anlaşılabilir.

 

Aristo’nun nous‘su, şeyleri bilincin nesnesi yapar, ama kendisini yapamaz.

 

 “Zihin bilinene odaklanarak (bilineni paylaşarak) kendini tanıyamaz; (zihin) dokunarak ve bilgiyle tanınır olur, öyle ki zihin ile zihnin nesnesi aynı şeydir.”

 

Bu tanım, Aristo’nun kendini sadece öz bilinçte ifade ettiğini savunduğu ilahi bilinç anlayışıyla karşılaştırıldığında daha da önem kazanır.

 

Eflatun’da nous veya logistikon, ruhtan Aristo’daki kadar keskin biçimde ayrılmaz.

 

Ruhun içindeki en üstün unsur olup diğer ikisi arzu ve şevk verici (canlandırıcı) unsurlardır.

 

Her iki filozof da “zihni” bedenden keskin biçimde ayrı tutar.

 

Zihin, birleştirici ve düzenleyici özdür, logos’un organıdır. 

 

Logos, dünyanın yaratıcı ve biçimlendirici unsuru olduğu gibi, ruhsal yaşamın da ahengini sağlar.

 

İnsan doktrini itibariyle, Yunan metafizik ön varsayımlarının belirleyici, tayin edici olması doğaldır.

 

Yunan felsefesi, Parmenides’ten başlayarak, bir yandan varoluş ile akıl arasında özdeşlik olduğunu varsayıp diğer yandan aklın asla yönetilemeyen, denetlenemeyen şekilsiz ya da şekillenmemiş bir şey/madde üstünde çalıştığını varsayar.

 

 Aristo düşüncesinde madde, şeyi form ve kavrama dönüştüren temizlenme sürecinde, aslında var olmayan, aklın bilmediği, akla yabancı olan kalıntıdır.

 

Bu namevcutluk varlık ya da yokluk hali değil, ‘daha değil’ halidir, yani sadece bir kavramsal hükmün oluşumuna aracılık ettiği ölçüde gerçeklik kazanır.

 

Eflatun ile Aristo aynı rasyonalizm ve düalizm (ikicilik) görüşünü paylaşırlar.

 

Düalizm Eflatun’da sarih, Aristo’da zımni ve örtülüdür.

 

 Rasyonalizm ve düalizmin klasik insan doktrini ve buradan alıntı yapan tüm modern doktrinler üstündeki etkisi belirleyici olmuştur.

 

Sonuçları şöyledir: 

 

(a) Rasyonalizm, rasyonel insanla -ki bu öz insandır- ilahi olanı neredeyse özdeşleştirir, çünkü yaratıcı unsur olarak zihin, Yaradan ile özdeştir.

 

Bireysellik (bireylik) önemli bir kavram olarak öne çıkmaz, çünkü bedenin özellikleriyle ilgilidir.

 

Aristo düşüncesinde, sadece aktif nous, yani ruhla ilgisi olmayan zihin ölümsüzdür.

 

Eflatun’a gelince, ruhun ölümsüzlüğünün kanıtı, fikrin değişmezliğidir. 

 

(b) Düalizmin insan doktrini itibariyle sonucu, zihnin ya da ruhun esas itibariyle iyi olduğunu varsaymak, kötülüğü bedenle özdeşleştirmek olmuştur.

 

Beden-zihin düalizmi ve beden ile zihne dair değer yargıları, İncil’in insan görüşüyle tam bir tezat teşkil ederek insan doğasına dair müteakip teorileri kaçınılmaz bir biçimde etkilemiştir.

 

İncil, iyi bir kafa, kötü bir beden bilmez (tanımaz).

 

Bir monist (tekçi) ve panteist felsefe olarak Stoacılık, Aristo ve Eflatun düşüncesinden pek çok bakımdan keskin biçimde ayrılır.

 

 Ne var ki, benzerlikler “klasik” resmin bir parçasını oluşturabilecek kadar çoktur.

 

Stoacı akıl, hem dünyadaki süreç hem de ruh ve beden itibariyle Eflatunculuk’tan daha içkindir (batınidir) ama insanoğlu, esas itibariyle yine de akıldır.

 

Düalizmi bile tümüyle dışlamaz, çünkü Stoacılık, insanoğlunu yöneten aklın, onu aklın dışında bulduğu doğaya özenmeye mi, yoksa ilahi aklın parçası olarak doğanın dürtülerine karşı koymaya mı ikna etmeli, emin değildir.

 

Genel olarak vardığı görüş, klasik kavramlarla esasen uyum içinde değildir.

 

 Psikolojisinde insanoğlunun özgürlüğüne yaptığı vurgu, metafiziğinin panteist natüralizmine galip gelir ve her ne kadar aklı temelde bedensel ahengi yöneten unsur olarak görse de, insanoğlunun tepisel yaşamı ve tutkuları karşısındaki olumsuz tavrını bedensel dürtülere bağlamak suretiyle kendi kendisiyle çelişir.

 

Anlaşılabileceği üzere, insanoğlunun doğasına dair Yunan felsefesi, “klasik” görüşü ifade eden Eflatun, Aristo ve Stoacı düşünceyle sınırlı değildir.

 

Modern dirimselciliğin (vitalizm) ve romantizmin kökeninde Dionisoscu din, Herakleitos’un nihai gerçeklik kavrayışı olarak Flux (akı, akış) ve Ateş, özellikle de Yunan trajedisindeki Dionisoscu temanın gelişimi vardır.

 

 Bu gelişimin takipçisi mistisizm, Orfizm ile Pitagorascılığa atfedilir.

 

Çağdaş kültürün gelişimi itibariyle daha da önemli olan, Demokritos ve Epikür’ün kendi natüralizm ve materyalizm (maddecilik) anlayışları çerçevesinde, insanoğlunu -eşsiz akli melekeye sahip olduğu için- doğa ötesi bir varlık olarak değil, doğanın tam anlamıyla parçası olarak yorumlamış olmalarıdır.

 

Bu Yunan materyalizmi, en az Eflatun veya Aristo materyalizmi kadar rasyoneldi ve insanoğlunu bu yolla anlamaya çalıştı.

 

 Modern kültürün insanoğlunun doğanın çocuğu olması gibi, bazı tipik yorumlara ulaşması, Stoacı görüşün, Demokritos ve Epikür natüralizmi ile bir araya gelmesiyle mümkün olmuştur.

 

Şu gözden kaçırılmamalıdır ki, insan erdemine dair klasik görüş, insanın kişiliğinde/karakterinde kusur bulmayan Hıristiyan görüşle kıyasta iyimserken ve rasyonel insanın erdemine tam anlamıyla güvenirken, modernlerin her insanın erdemli veya mutlu olduğuna güvenme eğilimini paylaşmaz.

 

Dolayısıyla, Yunan yaşamının melankolik bir havası vardır.

 

Bu melankoli, burjuva (orta sınıf) kültürünün, klasik dünya görüşü ile Yunan insan görüşünü, sadece restore ettiği varsayımına rağmen, şu aralar ölmekte olan burjuva kültüründeki yaygın iyimserlikle taban tabana zıttır.

 

“Bence, insanoğlu, dünyada sürünen ve nefes alan şeylerin arasında en acınası olanıdır,” der Zeus İlyada’da.

 

Ve bu anlayış, Homer’den Helenik çağa kadar, Yunan düşüncesine kalıcı biçimde nüfuz etmiştir.

 

 Yunanlıları melankoliye sevk eden, öncelikli olarak yaşamın kısa ve insanoğlunun ölümlü olmasıydı.

 

Onları bu ruh halinden ne Eflatun’un ölümsüzlük teminatı ne de mezarın ötesinde hiçbir şey olmadığını, dolayısıyla ölümden korkulmaması gerektiğini vaaz eden Epikür çıkarabildi.

 

Aristo, düşüncesini, “Ölüm yaşamdan iyidir, en iyisi hiç doğmamak,” diye itiraf ederek melankolinin, dehanın tabii sonucu olduğunu söyledi.

 

Filozoflar, akıllı insanın erdemli olacağına inançla iyimserdiler, ama insanların pek çoğunun akıllı olabileceğine asla inanmadılar.

 

 Stoacı Chrysippos için mutluluk sadece akıllılara mahsustur, ama insanların çoğunun aptal olduğundan emindir.

 

Stoacılar, her insanda ilahi akıldan bir parça olduğu gerekçesiyle, herkesi kardeşliğe davet ederken, çoğuna rasyonaliteden nasibini almadığı için acır.

 

Böylelikle, bu eşitlikçi tavırları hızla yozlaşarak aristokratça bir lütfa dönüşür ki, bu Aristo’nun “yaşayan aletler” olarak esirlere duyduğu nefretten farklı değildir.

 

Seneca, inançlı evrenselciliğine rağmen, “Dünyayı affet: Bunların hepsi aptal,” diye dua eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder