İNSANOĞLUNUN DOĞASI VE KADERİ
İnsanoğlu
hep kendi kendisinin en can sıkıcı sorunu olmuştur.
Kendisi hakkında nasıl düşünmelidir?
Duruşu,
itibarı, erdemleri veya evrendeki yeri hakkında yapabileceği her
değerlendirmenin, iyice analiz edildiğinde, çelişkiler içerdiği görülür.
Bu
analizin teyit etmek üzere yola çıktığı önermeyi yadsıyan kimi varsayımlar
içerdiği görülür.
İnsanoğlu
doğanın çocuğu olduğu ve dolayısıyla hayvandan -ki görünüşte öyledir- öte bir
mahlûk gibi davranması gerekmediğini savunacak olsa, kendini kandırma eğilimi
ve donanımı olan, ama her hâlükârda garip bir hayvan türü olduğunu zımnen kabul
etmiş olur.
Öte
yandan, doğada eşsiz ve ayrıcalıklı bir yeri olduğunu savunup bu özel konumun
gerekçesi olarak akli melekelerini öne sürecek olsa, vahşetle şuuraltı
akrabalığı, özellikle eşsizlik iddiası itibariyle endişeye düşmesine yol açar.
Nitekim bu endişe, Darwin teorisi etrafında
yapılan hararetli, hatta husumet dolu tartışmalarda belirleyici olmuş;
Darwin’in tezi gelenekçiler tarafından reddedilmiştir.
Dahası,
akli melekelerin ne denli önemli ve belirleyici olduğunu hesaplamaya,
değerlendirmeye kalkışmak bile, bir ölçüde aşkınlık/üstünlük ima eder ki, bu
“mantık” sözcüğünün genellikle ima ettiklerini tam anlamıyla tanımlamaz ve
açıklamaz.
Çünkü
akli melekelerini teraziye vurabilen insanoğlu, bir anlamda “mantık”tan öte,
genel kavramlar üretebilen zihinsel kapasiteye sahip bir varlıktır.
İnsanoğlu
eşsizliğini tartışmasız bir veri olarak algılarsa, derhal kendi erdem sorunuyla
ilgili sorular sormaya başlayarak çelişkilere düşecektir.
Temelde
iyi bir insan olduğuna inanıyor ve insanlık tarihinin herkes tarafından kabul
edilen kötülüklerini belirli sosyal ve tarihsel nedenlere atfediyorsa, soru
sormaktan kaçınacak, vazgeçecektir.
Çünkü
söz konusu kötülüklerin dikkatli analizler sonucu ortaya çıkan tarihsel nedenleri,
insanoğlunun kötülüğe eğiliminin kendine has sonuçları ve tarihsel terkibinden
başka bir şey değildir.
Bunlar,
insanoğlunun kötülük kapasitesi ve kötülüğe eğilimi olduğu varsayılmaksızın,
asla anlaşılamazdı.
Öte
yandan, eğer insanoğlu kendisi hakkında kötümser hükümlere varırsa, bu tür
hükümlere varabilme kabiliyeti, söz konusu hükümlerin içeriğini çürütür gibi
görünebilir.
İnsanoğlu
kötü olduğunun bilincindeyse, nasıl “özde” kötü olur?
Kendisi hakkında nesnel olarak böylesi
tahripkâr hükümler verebilen mükemmel “ben”in, yani sonuç itibariyle öznenin
karakteri, özyapısı nedir?
İnsan
yaşamının değeri konusuna dönüp hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorulacak
olursa, tek başına bu soru bile, soruyu soranın bu konuda bir yargılama veya
değerlendirme yapabilmesi için kendini aşması gereğine işaret eder.
Bu
süreç, sadece intiharla değil, yaşamı reddeden felsefe ve dinleri
detaylandırmak ve Nirvana gibi “cansız” ölümsüzlüğü hayatın mümkün olan tek
sonu olarak kabulle kendini gösterir.
Dindeki
öbür dünyacılığa şiddetle karşı çıkanlar -eleştirilerinde her ne kadar haklı
olurlarsa olsunlar- yaşamdan mahrum edilmenin insanoğlunun değeri itibariyle
ima ettiği hatayı, acaba tam anlamıyla idrak ettiler mi?
“Yaşamı”
reddedebilen insanoğlu, sadece hayatiyetiyle tanımlanabilir bir şey olmamalı.
Onu
hayatiyeti ve tarihsel varlığını boşlamaktan caydıran her çaba, zaten onun
hayatiyet ve tarih-ötesi üstünlüğe sahip olduğu anlamına gelir.
Böyle
olmasa, yapmaktan vazgeçirilebileceği bu hataya özendirilemezdi.
İnsanın
evrendeki yeri de benzer çelişkilere konudur.
Kendinin
evrenin merkezinde olduğunu sanan insanoğlu, dönem dönem sersemlemiş, vicdan
azabı çekmiştir.
Aslında
her yaşam felsefesi insanı evrenin merkezine koyma (antroposentrik)
eğilimindedir.
Tanrı’yı
her şeyin merkezi olarak kabul eden tek tanrılı dinler bile, Yaradan’ın
insanoğlunu içine düştüğü bu zor durumdan kurtarmaya çalıştığına inanır.
İnsanoğlu, zaman zaman evrenin merkezindeymiş
gibi yapmaktan biraz olsun vazgeçip ikinci sınıf bir güneşe bağımlı, ikinci
sınıf bir gezegende, tehlikeli bir yaşam süren küçücük bir hayvan olduğunu
kabul etmesi için uyarılır veya kendi kendini uyarır.
Böylesi tevazuun çağdaş insan dehasının bir
özelliği ve bu dehanın evrendeki yıldızlar arası mesafelerin büyüklüğünü
keşfetmesinin meyvesi olduğuna inanan modernler vardır.
Ne ki,
bunu itiraf eden modern bir astronom değildir.
“Göklerini, ellerinin işlerini, koyduğun ay ve
yıldızları görünce dedim ki: İnsan nedir ki sen onu anasın?
Âdemoğlu
nedir ki sen onu arayasın?”
İnsanoğlunun
kendi önemsizliğini değerlendirdiği gözlem noktası, oldukça önemlidir.
Bu gerçeğin farkında olan modernlerin söz
konusu kozmik büyüklük karşısındaki tevazuu, bu büyüklüğü keşfetmiş
olmalarındandır.
Nitekim
bir modern, şair Swinburne, şu zafer şarkısını söyler:
Ruhaniyetinin
hakikatle iç içe olduğu bilgisi sabit…
Âdemoğluna
selam olsun!
Çünkü o
şeylerin efendisidir.
Ve
böylece ispat eder ki, insanoğlunun dünya hakkındaki bilgisinin artması, onun
kendini beğenmişliğini törpülemez.
İnsanoğlunun
kendi hakkında bildiklerini, çelişkili olmaları nedeniyle, sade ve basit
formüllerle ifade etmek kolay değildir.
Çünkü
hepsi insanoğlunun biri anlaşılır, diğeri pek de anlaşılmayan, iki farklı
yönüne işaret eder.
Bu iki
farklı yön, eşit oranda ilgiye ya da sempatiye mazhar olmamıştır.
Anlaşılır
olan yön, insanoğlunun doğanın çocuğu olduğu gerçeğidir; yani, doğanın değişken
şartlarına tâbidir, doğanın ihtiyaçlarına uymak ve onun dürtüleriyle hareket
etmek zorundadır ve onun -bazıları için daha bonkör davranmış olsa da- çeşitli
canlı varlıklara biçtiği yaşam süreleri çerçevesinde kendisine tanıdığı kısacık
yaşamla sınırlıdır.
Daha az
anlaşılabilir olan yön, insanoğlunun doğanın, yaşamın, kendisinin, aklın,
mantığın ve dünyanın ötesinde, bir ruh olduğu gerçeğidir.
Bu gerçek, şu veya bu yönü itibariyle çeşitli
felsefi akımlar tarafından benimsenmiş, ama ima ettikleri itibariyle geniş
manada ele alınmamıştır.
İnsanoğlunun,
bir anlamda doğa dışı olduğu, onu mümkün olduğunca doğaya yakın tutmaya niyetli
natüralistler tarafından bile kabul edilir.
En azından şunu kabul etmelidir ki, insanoğlu
bir homo faber, yani alet yapabilen hayvandır.
İnsanoğlunun
dünya dışı olduğu rasyonalistler tarafından da kabul edilir.
Aklı,
genel kavramlar oluşturma kabiliyeti olarak tanımlayan rasyonalistler
Aristo’dan başlayarak insanoğlunu rasyonel bir hayvan olarak tanımlar.
Ne ki,
insanoğlunun akli kapasitesinin kendi dışına çıkabilme, kendini aşabilme,
kendini kendisinin nesnesi yapabilme gibi daha ileri bir kabiliyeti de
içerdiğini ya da ratio veya nous veya reason olarak
tanımlanan veya filozofların insanoğlunun eşsizliğini tarif edebilmek için
kullandıkları, herhangi bir başka kavramın çağrıştırdığı bir ruhsal özelliğe
sahip olduğunu pek de kavrayamazlar.
İnsanoğlunun hem eşsizliğinin, hem parçası
olduğu doğayla olan ilişkilerinin hakkını vermesinin zorluğu, akli melekelerini
neredeyse değişmez bir biçimde tarif ederek vurgulama eğiliminde olan felsefi
yaklaşımları tasdik etmesindedir.
Bu
felsefi yaklaşımların bir kısmı, insanoğlunu vaktinden önce ve ehliyetsiz
olarak ilahi ve ebedi olanla özdeşleştirirken, natüralist felsefeler onun
eşsizliğini muğlaklaştırır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder