3 Ocak 2023 Salı

 İNSANOĞLUNUN DOĞASI VE KADERİ

İnsanoğlu hep kendi kendisinin en can sıkıcı sorunu olmuştur.

 

 Kendisi hakkında nasıl düşünmelidir?

 

Duruşu, itibarı, erdemleri veya evrendeki yeri hakkında yapabileceği her değerlendirmenin, iyice analiz edildiğinde, çelişkiler içerdiği görülür.

 

Bu analizin teyit etmek üzere yola çıktığı önermeyi yadsıyan kimi varsayımlar içerdiği görülür.

 

İnsanoğlu doğanın çocuğu olduğu ve dolayısıyla hayvandan -ki görünüşte öyledir- öte bir mahlûk gibi davranması gerekmediğini savunacak olsa, kendini kandırma eğilimi ve donanımı olan, ama her hâlükârda garip bir hayvan türü olduğunu zımnen kabul etmiş olur.

 

Öte yandan, doğada eşsiz ve ayrıcalıklı bir yeri olduğunu savunup bu özel konumun gerekçesi olarak akli melekelerini öne sürecek olsa, vahşetle şuuraltı akrabalığı, özellikle eşsizlik iddiası itibariyle endişeye düşmesine yol açar.

 

 Nitekim bu endişe, Darwin teorisi etrafında yapılan hararetli, hatta husumet dolu tartışmalarda belirleyici olmuş; Darwin’in tezi gelenekçiler tarafından reddedilmiştir.

 

Dahası, akli melekelerin ne denli önemli ve belirleyici olduğunu hesaplamaya, değerlendirmeye kalkışmak bile, bir ölçüde aşkınlık/üstünlük ima eder ki, bu “mantık” sözcüğünün genellikle ima ettiklerini tam anlamıyla tanımlamaz ve açıklamaz.

 

Çünkü akli melekelerini teraziye vurabilen insanoğlu, bir anlamda “mantık”tan öte, genel kavramlar üretebilen zihinsel kapasiteye sahip bir varlıktır.

 

İnsanoğlu eşsizliğini tartışmasız bir veri olarak algılarsa, derhal kendi erdem sorunuyla ilgili sorular sormaya başlayarak çelişkilere düşecektir.

 

Temelde iyi bir insan olduğuna inanıyor ve insanlık tarihinin herkes tarafından kabul edilen kötülüklerini belirli sosyal ve tarihsel nedenlere atfediyorsa, soru sormaktan kaçınacak, vazgeçecektir.

 

Çünkü söz konusu kötülüklerin dikkatli analizler sonucu ortaya çıkan tarihsel nedenleri, insanoğlunun kötülüğe eğiliminin kendine has sonuçları ve tarihsel terkibinden başka bir şey değildir.

 

Bunlar, insanoğlunun kötülük kapasitesi ve kötülüğe eğilimi olduğu varsayılmaksızın, asla anlaşılamazdı.

 

Öte yandan, eğer insanoğlu kendisi hakkında kötümser hükümlere varırsa, bu tür hükümlere varabilme kabiliyeti, söz konusu hükümlerin içeriğini çürütür gibi görünebilir.

 

İnsanoğlu kötü olduğunun bilincindeyse, nasıl “özde” kötü olur?

 

 Kendisi hakkında nesnel olarak böylesi tahripkâr hükümler verebilen mükemmel “ben”in, yani sonuç itibariyle öznenin karakteri, özyapısı nedir?

 

İnsan yaşamının değeri konusuna dönüp hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorulacak olursa, tek başına bu soru bile, soruyu soranın bu konuda bir yargılama veya değerlendirme yapabilmesi için kendini aşması gereğine işaret eder.

 

Bu süreç, sadece intiharla değil, yaşamı reddeden felsefe ve dinleri detaylandırmak ve Nirvana gibi “cansız” ölümsüzlüğü hayatın mümkün olan tek sonu olarak kabulle kendini gösterir.

 

Dindeki öbür dünyacılığa şiddetle karşı çıkanlar -eleştirilerinde her ne kadar haklı olurlarsa olsunlar- yaşamdan mahrum edilmenin insanoğlunun değeri itibariyle ima ettiği hatayı, acaba tam anlamıyla idrak ettiler mi?

 

“Yaşamı” reddedebilen insanoğlu, sadece hayatiyetiyle tanımlanabilir bir şey olmamalı.

 

Onu hayatiyeti ve tarihsel varlığını boşlamaktan caydıran her çaba, zaten onun hayatiyet ve tarih-ötesi üstünlüğe sahip olduğu anlamına gelir.

 

Böyle olmasa, yapmaktan vazgeçirilebileceği bu hataya özendirilemezdi.

 

İnsanın evrendeki yeri de benzer çelişkilere konudur.

 

Kendinin evrenin merkezinde olduğunu sanan insanoğlu, dönem dönem sersemlemiş, vicdan azabı çekmiştir.

 

Aslında her yaşam felsefesi insanı evrenin merkezine koyma (antroposentrik) eğilimindedir.

 

Tanrı’yı her şeyin merkezi olarak kabul eden tek tanrılı dinler bile, Yaradan’ın insanoğlunu içine düştüğü bu zor durumdan kurtarmaya çalıştığına inanır.

 

 İnsanoğlu, zaman zaman evrenin merkezindeymiş gibi yapmaktan biraz olsun vazgeçip ikinci sınıf bir güneşe bağımlı, ikinci sınıf bir gezegende, tehlikeli bir yaşam süren küçücük bir hayvan olduğunu kabul etmesi için uyarılır veya kendi kendini uyarır.

 

 Böylesi tevazuun çağdaş insan dehasının bir özelliği ve bu dehanın evrendeki yıldızlar arası mesafelerin büyüklüğünü keşfetmesinin meyvesi olduğuna inanan modernler vardır.

 

Ne ki, bunu itiraf eden modern bir astronom değildir.

 

 “Göklerini, ellerinin işlerini, koyduğun ay ve yıldızları görünce dedim ki: İnsan nedir ki sen onu anasın?

 

Âdemoğlu nedir ki sen onu arayasın?”

 

İnsanoğlunun kendi önemsizliğini değerlendirdiği gözlem noktası, oldukça önemlidir.

 

 Bu gerçeğin farkında olan modernlerin söz konusu kozmik büyüklük karşısındaki tevazuu, bu büyüklüğü keşfetmiş olmalarındandır.

 

Nitekim bir modern, şair Swinburne, şu zafer şarkısını söyler:

Ruhaniyetinin hakikatle iç içe olduğu bilgisi sabit…

Âdemoğluna selam olsun!

 

Çünkü o şeylerin efendisidir.

 

Ve böylece ispat eder ki, insanoğlunun dünya hakkındaki bilgisinin artması, onun kendini beğenmişliğini törpülemez.

 

İnsanoğlunun kendi hakkında bildiklerini, çelişkili olmaları nedeniyle, sade ve basit formüllerle ifade etmek kolay değildir.

 

Çünkü hepsi insanoğlunun biri anlaşılır, diğeri pek de anlaşılmayan, iki farklı yönüne işaret eder.

 

Bu iki farklı yön, eşit oranda ilgiye ya da sempatiye mazhar olmamıştır.

 

Anlaşılır olan yön, insanoğlunun doğanın çocuğu olduğu gerçeğidir; yani, doğanın değişken şartlarına tâbidir, doğanın ihtiyaçlarına uymak ve onun dürtüleriyle hareket etmek zorundadır ve onun -bazıları için daha bonkör davranmış olsa da- çeşitli canlı varlıklara biçtiği yaşam süreleri çerçevesinde kendisine tanıdığı kısacık yaşamla sınırlıdır.

 

Daha az anlaşılabilir olan yön, insanoğlunun doğanın, yaşamın, kendisinin, aklın, mantığın ve dünyanın ötesinde, bir ruh olduğu gerçeğidir.

 

 Bu gerçek, şu veya bu yönü itibariyle çeşitli felsefi akımlar tarafından benimsenmiş, ama ima ettikleri itibariyle geniş manada ele alınmamıştır.

 

İnsanoğlunun, bir anlamda doğa dışı olduğu, onu mümkün olduğunca doğaya yakın tutmaya niyetli natüralistler tarafından bile kabul edilir.

 

 En azından şunu kabul etmelidir ki, insanoğlu bir homo faber, yani alet yapabilen hayvandır.

 

İnsanoğlunun dünya dışı olduğu rasyonalistler tarafından da kabul edilir.

 

Aklı, genel kavramlar oluşturma kabiliyeti olarak tanımlayan rasyonalistler Aristo’dan başlayarak insanoğlunu rasyonel bir hayvan olarak tanımlar.

 

Ne ki, insanoğlunun akli kapasitesinin kendi dışına çıkabilme, kendini aşabilme, kendini kendisinin nesnesi yapabilme gibi daha ileri bir kabiliyeti de içerdiğini ya da ratio veya nous veya reason olarak tanımlanan veya filozofların insanoğlunun eşsizliğini tarif edebilmek için kullandıkları, herhangi bir başka kavramın çağrıştırdığı bir ruhsal özelliğe sahip olduğunu pek de kavrayamazlar.

 

 İnsanoğlunun hem eşsizliğinin, hem parçası olduğu doğayla olan ilişkilerinin hakkını vermesinin zorluğu, akli melekelerini neredeyse değişmez bir biçimde tarif ederek vurgulama eğiliminde olan felsefi yaklaşımları tasdik etmesindedir.

 

Bu felsefi yaklaşımların bir kısmı, insanoğlunu vaktinden önce ve ehliyetsiz olarak ilahi ve ebedi olanla özdeşleştirirken, natüralist felsefeler onun eşsizliğini muğlaklaştırır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder