HIRİSTİYAN İNSAN GÖRÜŞÜ
Modern kültürün
görünüşte tümüyle reddettiği, ne ki insan doğasını değerlendirmede sandığından
çok daha fazla etkisi altında kaldığı Hıristiyan insan görüşü, burada kapsamlı
olarak incelenecektir.
Bu noktada, önce
Hıristiyan görüşünün klasik insan doktrininden farklılığını ortaya koymalı,
sonra ilerlemeliyiz.
Tıpkı klasik görüşün
Yunan metafiziksel varsayımlarıyla şekillenmesi gibi, Hıristiyan görüş de sonuç
itibariyle Hıristiyan inancının varsayımlarıyla şekillenmiştir.
Hıristiyanların
dünyanın yaratıcısı olarak Tanrı’ya inancı, rasyonalitenin yasalarını ve
özellikle de akıl ile madde, bilinç ile uzantısı arasındaki çelişkileri aşar.
Tanrı, sadece önceden
belirlenen şekilsiz şeylere form veren zihin değildir.
Tanrı hem hayatiyet,
hem form, hem de tüm varoluşun kaynağıdır.
Dünyayı O yaratmıştır.
Dünya Tanrı değildir,
ama bu kötü olduğu anlamına gelmez.
Tanrı tarafından yaratılmış olmak iyi bir
şeydir.
Dünyaya dair bu
kavrayışın insan doğası hakkında Hıristiyan düşüncesi itibariyle sonucu,
idealistler ile natüralistlerin beyhude peşinden koştuğu ruh-beden birliğinin
kabulüne imkân tanıması olmuştur.
Dahası, bu, zihni
esasen iyi ya da ölümsüz, bedeni ise esasen kötü addeden idealist yanlışı da
önler, ama aynı zamanda, iyiyi insan doğasında, kötüyü insan ruhunda veya
zihninde arayan romantik yanlışı da ortadan kaldırır.
İncil’e göre insan, ruhen ve bedenen bir fani
olarak yaratılmıştır.
Anlaşılabileceği
üzere, fevkalade rasyonel bir varsayıma dayanan bir görüşün rasyonel olarak
irdelenmesi, derhal tehlikeye düşer, çünkü her şeyi rasyonel tutarlılık
terimlerinde bir araya getirmeye çalışan akıl, tek bir bilineni irdeleme konusu
yapıp diğerlerine buradan hareketle ve çıkarsama yoluyla varmak isteyecektir.
En doğal eğilimi,
insanı Tanrı ilan etmek anlamına gelir.
Hıristiyan psikolojisi
ve felsefesi bu hatadan asla tamamen kurtulamamıştır.
Bu da natüralistlerin yanlış ve fakat akla
yatkın biçimde, neden Hıristiyan inancını idealizmin pınar başı olarak
gördüklerini açıklar.
Hıristiyan insan
görüşünün ikinci özelliği, insanı eşsiz akli melekesi veya doğayla ilişkisi
itibariyle değil, öncelikle Tanrı’nın bakış açısıyla anlamaya çalışmaktır.
İnsan, “Tanrı’nın
imajında” yaratılmıştır.
Pek çok Hıristiyan rasyonalist, bu tanımın
insanoğlunu rasyonel hayvan olarak tanımlayan felsefenin kastettiği
dini-resimsel bir ifadeden öte olmadığını sanmakla hata etmiştir.
İnsan ruhunun -sonsuz
regresyon terimlerinde- sürekli kendi dışında durabilme/olabilme gibi,
özel bir kapasitesi bulunduğuna daha önce değinmiştik.
Bilinç, dünyayı
izleme, keşfetme ve hâkim bir merkezden eyleme yön verme kapasitesidir.
Öz bilinç, “kendi
kendi”ni kendisinin sürekli olarak nesnesi değil, öznesi olarak kalacak
biçimde, kendini kendisinin nesnesi yaptığı daha da öte bir aşkınlığı ima eder.
Dünyayı izleme,
keşfetme, genel kavramlar oluşturma ve dünyanın düzenini/işleyişini analiz etme
olarak tanımlanan rasyonel kapasite, böylelikle Hıristiyanların “ruh” olarak
bildiği şeyin, sadece bir yönü olur.
İnsan kendini ancak
dünyayı bilebildiği kadar bilir, çünkü hem kendisinin hem de dünyanın dışında
durmaktadır.
Bu demektir ki, insan
kendi kendini, ancak kendi dışından ve dünyadan algılandığı şekilde
anlayabilir.
İnsan ruhunun esasen
mekânsız oluşu, tüm dinlerin ilgi alanıdır; çünkü kendisinin ve dünyanın dışında
duran “kendi kendisi”, yaşamı veya dünyayı kendi başına anlamlandıramaz.
Doğadaki nedenselliğin
anlamını teşhis edemez, çünkü anlaşılan odur ki, ruhun özgürlüğü doğadaki
gerekli/zorunlu rasgele bağlantılardan farklı bir şeydir.
Anlamın özünü
rasyonalite ile özdeşleştiremez, çünkü mesela rasyonel formlar ile doğadaki
tekerrürü ve doğal formlar arasında ilinti olup olmadığını, kendi
rasyonalitesini aşarak sorgulayabilmektedir.
İşte ruhun bu özgürlük
kapasitesidir ki, büyük kültürleri ve felsefeleri sonuç itibariyle
rasyonalizmin ötesinde mütalaa ederek, yaşamın anlamını varoluşun
koşulsuz/muğlak zemininde sorgulamaya yöneltir.
Ne ki, insan düşüncesi
açısından varoluşun bu koşulsuz/mutlak zemini, bu zemin Tanrı oluyor, ancak
olumsuz olarak tanımlanabilir.
Genel olarak mistik dinlerin ve özellikle de
Batı kültürünün Yeni-Eflatuncu geleneğiyle Hıristiyanlığın insan doğasına dair
bir ilginç benzerliği, bir de önemli farklılığının bulunması, bu yüzdendir.
Hıristiyanlıkla ortak
yön, hepsinin insan ruhunun derinliğini kendini aşma kapasitesiyle ölçmesidir.
Dolayısıyla,
Eflatun nous‘yu Aristo gibi tanımlamaz.
Ona göre nous,
öncelikle öz bilinç kapasitesidir ve bu kapasite sonsuzdur.
Mistisizm ve
Hıristiyanlık, insanı sonsuzluk terimlerinde anlama/kavrama konusunda
hemfikirdir.
Ama mistisizm ayrımsız
bir nihai hakikate öncülük ettiği için, bireysellik dâhil, insanoğlunun kendine
has özelliklerini temelde kötü addetmek zorundadır.
Dolayısıyla, bütün mistik dinler, öz bilinç
kapasitesinin doğasında ve bedensel özelliklerin dışında olması itibariyle
bireyselliğin üstünde durur; ama tüm mistik felsefeler, başlangıçta
vurguladıkları bireyselliği, önünde sonunda kendileri kaybederler, çünkü ölümlü
özellikleri/farklılıkları, var oluşun hiçbir ayırt edici özelliği olmayan bir
ilahi zeminine indirgemişlerdir.
Ne var ki,
insanoğlunun statüsüne/duruşuna dair bu kavrayış, insana dair resmin tamamı
değildir.
İnsanın “Tanrı’nın
imajında” olduğu anlayışının ima ettiği yüksek itibar ile insan erdeminin
Hıristiyan düşüncesindeki itibarsızlığının bir arada olması, tam bir
çelişkidir.
İnsanoğlu günahkârdır.
Günah, Tanrı’ya
isyandır.
İnsanoğlunun kötü olduğuna dair Hıristiyan
görüşü çok ciddidir, çünkü kötülüğü kişiliğin/benliğin merkezine, yani iradeye
yerleştirmektedir.
Bu kötülük, gönül
rahatlığıyla, insanoğlunun fani olmasının kaçınılmaz bir sonucu veya doğanın
durumsallığı ve dayattıklarının meyvesi olarak görülemez.
Günaha ortam
hazırlayan şey, tam da insanoğlunun “yaratıkımsılığını” itirafla, kendisinin
bütün yaşamın bir parçasından ibaret olduğunu kabul etmediği gerçeğidir.
Kendini olduğundan
büyük sanır.
Rasyonalist ve mistik
düalizmde olduğu gibi, günahlarını da fiziksel gereksiniminin, yani gerçek
kendisi olmadığı yönünün parçası olması nedeniyle defedemez.
Hıristiyanlıkta
ölümsüz insan değildir, fani insan hakkında hüküm veren.
Günahkâr insanı ebedi
ve kutsal Tanrı yargılar.
Kurtuluş da ölümsüz
insanın elinde değildir.
İnsanoğlu, özü, öz
olmayandan ayrıştırıp kurtarmak üzere, kendine rağmen bölünmez.
İnsanoğlu, kendisiyle
kendi nefsinde çatışır.
Nefsi, özgür
iradesidir.
Günah olan, bu
özgürlüğü yanlış kullanması ve bunu izleyen tahribattır.
Dolayısıyla,
Hıristiyanlık, kaçınılmaz olarak, huzursuz bir vicdanın dinsel söylemini yayar.
Sadece Hıristiyan
inancının terimleri çerçevesindedir ki, insanoğlu içindeki kötülüğün
gerçekliğini kavrayamadığı gibi, bu kötülüğü kendinden başkasına atfetme hatasından
da kaçamaz.
İnsanoğlunu, içinde bulunduğu durumun baştan
çıkardığı söylenebilir tabii.
O, doğa ile ruhun
kesiştiği kavşakta durmaktadır.
Özgür ruhu doğanın
düzenini bozmaya, ahengini aksatmaya neden olurken, yeni bir ahenk tesis
etmesine gururu (kibir) engel olur.
Onun doğa güçlerini ve
doğal süreçleri yaratıcı biçimde kullanmasına imkân veren özgür ruhudur; ama
fani varlığının sınırları içinde kalamaması hem doğanın hem de aklın/mantığın
baskı ve formlarına karşı çıkmasına/gelmesine neden olur.
İnsanoğlunun öz
bilinci, her şeyi kapsayan geniş bir dünyaya yüksekten bakan bir kuledir.
Gördüğünün dünyanın
kaygan kumullarının ortasına çatılmış güvensiz, dar bir kule değil, bu koca
dünya olduğunu zanneder kendini beğenmişlik içinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder