FELSEFENİN HİKAYESİ - 1
Felsefede bir
cevabı anlamak için öncelikle hangi soruna atıfta bulunulduğunu, cevabın hangi
hangi soruyla ilgili olduğunu, yöneltilen soruyu bilmemiz gerekir.
Ve ayrıca
cevabı destekleyen nedenleri ve kanıtları da –eğer mevcutsa- bilmemiz gerekir.
Fizik ile
karşılaştırırsak şöyle bir ayrım ortaya çıkıyor.
Fizik
çalışırken sürekli cevapları destekleyen ne tür soruların ve kanıtların
olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekli değildir.
Fizik çalışmak
genel anlamda bu disiplinin temelini oluşturan sorulara ve kanıtlara aşina
olmak demektir.
Ancak felsefe
böyle değil. Felsefede çok çeşitli sorular ve cevaplar vardır.
İşte bu yüzden
her seferinde bir filozofun sorduğu soruları ve şu ya da bu cevabı desteklemek
için kullandığı argümanları anlamaya çalışmamız gerekir ki sonraki cevapları
anlayabilelim.
Fakat burada
da yine örneğin fizikten bir farklı durum söz konusu, fizikte cevapların ve
sonuçların nasıl uygulanabileceğini biliyoruz.
Örneğin fizik
bilgisini kullanarak asma köprü inşa edebilirsin.
Peki
felsefedeki cevaplar ne işe yarar?
Felsefi
cevapların işlevi herhangi bir şey için kullanılmaya değil bir şeyi daha iyi
anlamamızı sağlamaya yöneliktir.
·
Felsefe doğru
ya da yanlış kabul edilebilecek bir takım iddialar ortaya atar (yaratıcı
yazından farkı)
·
·
Deneyime
dayanmaz (fizik ve kimyadan farklı olarak)
·
·
Kendi ön
kabullerini her seferinde yeniden incelemeli, bunları tartışmaya açmalı ve
aklileştirmeye çalışmalıdır.
·
·
(Matematik ve
mantığın aksine)
·
·
Her zaman
belli ön kabullere sahip olsa da bunlar sabit bir ön kabuller listesi değildir
(teleolojiden farkı)
ANTİK YUNAN VE FELSEFE
Hem toplum içinde hem de doğada
düzen ve uyum fikrinin, Yunan felsefesinde, M.Ö. 5. yüzyıldaki ilk
filozoflardan Aristo’ya kadar esas teşkil ettiği söylenebilir.
Bu dönemde insanların doğuştan
gelen haklara sahip oldukları düşünülmemekteydi.
Haklar bireyin toplum içindeki
rolü ve işleviyle bağlantılıydı.
Thales ve Doğa Filozofları (Milet[1]li
filozoflar)...
Bu insanlar öğrenmek için seyahat
ediyorlar uzak mesafeler katediyorlar.
Thales o dönemde Mısır’a gitmiş.
Thales ile ilgili bilgileri biz
Heredot tarihinden öğreniyoruz.
Güneş tutulmasının zamanını
önceden tespit ettiği rivayet ediliyor. (Sümerlerde Ziggurat denilen kuleler
vardı burada astronomi ile ilgili çalışmalar yapıldığı iddia edilir.
Babilliler de bu alanda
gelişmişti.
Tüm bu Mezopotamya kaynaklı
gelişmeler de Antik Yunan bilimine kaynaklık etmiştir.
Antik Yunan, mısır ve Mezopotamya
uygarlıklarından daha fazla bilgiye sahipti gibi bir iddia yok burada.
Fakat onlardan farklı olarak
Antik Yunan filozofları rasyonel ispat kavramını ve bu ispatın bir aracı olarak
da teori kavramını geliştirmeyi başardılar).
Thales ile ilgili olarak, Aristo,
Metafizik adlı eserinde, “her şeyin kendisinden meydana geldiği ve tekrar ona
döndüğü kaynak”ı araştıran felsefe biçimini ilk bulan kişi olarak söz
eder.
Aristo’ya göre Thales her şeyin
kökeninin su olduğunu iddia eder. Evrenin bileşimi ve şeylerin dönüşümü sonsuz
bir devir daim olarak açıklanabilir (sudan diğer nesnelere ve diğer nesnelerden
suya).
Thales ‘in doğa
felsefesi
“her şey sudur” önermesinde;
Thales’in iki ön kabulu var.
-Değişimin olduğu 1.-ön kabul
-Değişmeyen bir tözün olduğu-2. ön
kabul
Burada ‘töz’ ile kastedilen
değişimdeki değişmeyen element ve farklılıktaki birlik.
Bütün değişim boyunca değişmeyen
ve dolayısıyla evrenin yapı taşı olduğunu düşündüğü tek bir element.
Bu sorularla Yunan felsefesindeki
iki problem ortaya çıkar.
Töz problemi ve Değişim problemi
(burada değişim suyun bir halden diğer bir hale dönüşmesiyle meydana geliyor...)
Thales’in doğa felsefesi
önemlidir çünkü her şey değişik formlara bürünmüş su ise, öyleyse olan her şey,
bütün değişim, suya uygulanabilen yasalarla açıklanabilir.
Su gördüğümüz hissettiğimiz somut
bir fenomen olduğu için de su ve onun davranışları ile ilgili olan her şeyi
bilebiliriz.
Çünkü gözlemlenebilir bir şey.
(Felsefenin bu noktadan yola
çıkarak bilimsel araştırmaya giden yolu açtığı bile söylenebilir çünkü
evrendeki her fenomen insan düşüncesi tarafından anlaşılabilir.
Hiçbir şey anlaşılmaz değildir.
Hiçbir şey mistik ya da
anlaşılmaz değildir).
Thales’le birlikte düşünce
mitostan-logosa; mitsel olandan mantıksal düşünceye doğru hareket etmiştir.
Fakat burada dikkatli olunması
gerekir.
Mitostan logosa geçiş tarihte belli noktada
ilk Yunan filozoflarının etkisiyle tersine çevrilemez bir hadise değil.
Mitsel olan ve mantıksal hem
tarihte hem de bir kişinin yaşantısında daima iç içe geçmiştir.
Antik Yunan’da rasyonel ispat
kavramı ve bu ispatın bir aracı olarak da teori kavramı gelişti.
Teori evrensel hakikati
doğurduğunu iddia eder ve bu hakikat aleni bir sorgulamada bütün karşıt
argümanlara rağmen sağlamlığını yitirmez.
O dönemde Antik Yunan’da felsefe
ve bilim ayrımından söz etmek mümkün değildir.
Bu ayrım 1600’lü yıllarda ortaya
çıktı. Newton bile 1600 lerin sonunda fizik için hâla ‘doğal felsefe’ olarak
söz ediyor.
Anaximander ve Anaximenes de benzer
öncüllerden yola çıkmışlar (değişim ve köken problemi).
Thales’in iddiasını
sorgulamışlardır (her şeyin kökeni su mudur?)
Anaximander, tözü apeiron olarak
tanımlar.
Yani töz zaman ve mekanda
sınırsız ve belirsiz olan şeydir. Dolayısıyla düşünceleri deneysel bilimlere
bir basamak teşkil etmemiştir çünkü duyusal fenomenlerin, nesnelerin ve
değişimlerin duyusal olmayan bir şey tarafından açıklanabileceğini öne sürer.
Anaximenes ise Thales’in
cevaplayamadığı “değişmeyen su değişen suya nasıl dönüşür” sorusunu cevaplamaya
çalışmıştır.
Heraklitus,
Parmenides ve Zenon
Milet’li filozoflar değişimin
kendisini sorgulamadılar.
Değişimin olduğunu bir ön kabul
olarak kabul ettiler.
Onların derdi değişim sürecindeki
değişmeyen tözün ne olduğu sorusuna cevap aramaktı.
İkinci kuşak ise bu birinci
kuşağın ön kabullerini sorgulamaya başladı.
Değişim diye bir şey var mı?
Heraklit her şeyin sürekli bir
değişim ve akış halinde olduğunu
Parmenides ise hiçbir şeyin
değişmediğini öne sürüyor.
Heraklit, -her şey bir değişim
içindedir –fakat değişim bir değişmeyen yasaya (logos) göre gerçekleşir –bu
yasa zıtlar arasında bir etkileşimi gerektirir –fakat zıtlar arasındaki bu
etkileşim öyle bir şekilde gerçekleşir ki bir bütün olarak bakıldığında ortaya
uyum çıkar.
Buradan yola çıkarak denilebilir
ki Heraklit’e göre değişmeyen şey ‘töz’ değil ‘logos’tur.
Heraklit’in bu düşüncesinde
Hegel’i ve Marx’ı çağrıştıran bir diyalektik vardır.
Tarih zıtlar arasındaki etkileşimin sonucu
kendini devam ettirir.
Parmenides ise değişimin
mantıksal olarak imkansız olduğunu, duyuların ise değişimin var olduğunu
düşündürdüğünü fakat aklın sahih olduğunu duyuların ise yalnızca yanılttığını
iddia etmiştir.
Bu anlamda Parmenides ilk
rasyonalisttir denebilir.
Mantıksal akıl yürütmenin
gelişmesine önemli katkıları olmuştur. Zenon da Parmenides’in öğretisinin doğruluğunu
ispata çalışmıştır.
Arabulucular:
Empedokles ve Anaxagaros
Hem her şeyin sürekli değişim
halinde olduğunu hem de değişimin imkansız olduğunu iddia eden iki farklı
kuşağın mirasını devralmışlardır.
Bu açıdan Heraklit ve
Parmenides’i uzlaştırmaya çalıştıkları söylenebilir.
Empedokles’e göre 4 temel töz
vardır bunların sayısı ve nitelikleri değişmez.
Bunlara ek olarak iki temel güç
vardır; ayrıcı güç olarak mücadele ve birleştirici güç olarak da sevgi.
Dört temel unsurun farklı
nesneler yaratmak için farklı miktarlarda karıştırılmaları mümkündür.
Anaxagoras’a göre ise elementler
sınırsız sayıda olabilir.
Kuvvet ise tektir.
Bu da akıldır.
Akıl, değişimi belirli bir amaç
doğrultusunda harekete geçirir.
Bu görüş Demokritos’un atomculuk
öğretisine bir basamak teşkil ederler.
Demokritos sadece tek bir töz
olduğunu iddia eder.
Küçük bölünemeyen zerreler.
Boşluk yani yokluk; varlık için
yani atomların hareketleri için bir ön koşuldur.
(Bu noktada Parmenides’ten
ayrılır).
Atomlar o kadar küçüktürler ki
algılanamazlar.
Bütün atomlar maddi anlamda
aynıdırlar.
Birbirlerinden şekil ve boyut olarak
farklıdırlar.
Her atomun şekli ve boyutu
sabittir.
Demokritos’un bu teorisi,
Rönesans döneminde klasik fizikte kullanılmıştır.
Antik Yunanda, bu teori de diğer
teorilerden biri olarak kabul ediliyordu hatta Aristo’nun teorisi kadar rağbet
görmemiştir.
Demokritos, dünyanın nasıl olup
da atomların niteliksel özelliklerinin izinv erdiğinden daha renkli göründüğünü
açıklamaya çalışır.
Nesneler renk, tat, koku gibi
niteliklere kendileri sahip olmadığı halde bizim algılarımız nedeniyle bunlara
sahip gözükürler.
Bu varsayım modern çağ
felsefesinde önemli bir rol oynamıştır.
Fakat çevremizdeki şeylerin
bilgisi sadece algıya dayalı değildir.
Atomlar algılanmak için çok
küçüktürler.
Onları sadece akıl aracılığıyla
kavrayabiliriz.
Dış dünyadaki nesneleri duyusal
olarak algılamamıza dair bilgi teorisi, teorinin kendisinin de duyularımızdan
değil akıldan kaynaklandığını en baştan kabul etmiş görünmektedir.
Pisagorcular
Doğanın gizeminin matematik
sayesinde çözüleceğine inandılar.
Temel ön kabulleri maddi
elementler değil; yapılar, formlar ve matematiksel ilişkilerdi.
Göksel cisimler, maddi nesneler
de matematiksel ilişkilerden bağımsız değildi.
Matematiksel yapılar her şeyin
temelinde yatıyordu.
Matematik doğada değişmeyen tek şeydir.
Mantıksal olarak kanıtlanabildiklerinden
dolayı da tek kesin bilgi olarak kabul edilebilir.
Rasyonalisttirler çünkü;
1.matematiksel ispat yaparak
rasyonel kanıtlar öne sürebilirler
2. gerçekliğin bütün duyusal
olguların temelinde yatan matematiksel formüllerde bulunabileceğine ve
dolayısıyla da gerçekliğin bilgisine duyularımızla değil akıl aracılığıyla
ulaşılabileceğine inandılar.
Matematiği akıl aracılığıyla
aklında da ötesinde olan mistikliğe işaret eden bir şey olarak algıladıkları
için burada dinsel bir mistisizm de vardır.
Onlar daha sonra platon’un
‘idealar’ kavramına basamak olmuş; deneysel doğa bilimlerinin doğuşunda önemli
bir rol oynamışlardır.
SOFİSTLER
M.Ö. 600’den 450 ye kadar olan
dönem kozmolojik dönem olarak adlandırılır.
Farklı felsefi duruşların çoğu
birbiriyle çelişiyor ama hepsinin bir doğruluk iddiası var.
Bunların hepsi doğru olamazsa
hangisi doğru?
Bu soru gündeme geliyor yani
şüpheci hale geliyor filozoflar.
M.Ö 450’den sonraki dönemde daha
önceki dönemlerden farklı olarak Ontolojik sorulardan (Varlık nedir) den
Epistemolojik sorulara (Bilgi nedir/neyi/ne kadar bilebiliriz) geçiş söz konusu.
Mutlak bilginin koşulu nedir
sorusu gündeme geliyor.
İnsan ilgi odağı haline geliyor.
Düşünen insandan eyleyen insana
doğru bir yönelim var (dönemin siyasal özelliklerinin de etkisi söz konusu,
sömürgecilik dönemi başka halklarla karşılaşma berberinde siyasal ve etik bir
takım problemlerin ortaya çıkmasını getirdi).
Birbirinden farklı görenek ve
gelenek çeşitliliği arasında evrensel biçimde geçerliliği olan bir ahlaki ve
siyasal idealin bulunup bulunamayacağını tartışmaya başladılar.
Bazıları Tanrı veya tabiat
tarafından bahşedilen evrensel biçimde geçerli olan bir ahlaki siyasal idealin
var olduğuna inandılar.
Diğerleri ahlakın ya toplumun ya
da bir tek bireyin ürünü olduğuna ve dolayısıyla da evrensel geçerliği olan bir
ahlaki siyasal idealin olmadığına inandılar.
M.Ö. 400 civarında ahlakın görece
(rölatif) olduğunu iddia edenler yaygınlaştı ve bu tartışmayı yürütenlere
sofistler denildi.
Homojen bir grup olmasalar da
bilgiye dair (epistemolojik) sorularda “hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyiz” ve
ahlaki sorularda da görececi bir anlayışı benimsediler.
Georgias-doğru bilgi mümkün
değildir der.
Rasyonel tartışma ve rasyonel
kanaat var olamaz.
Hitabet yani retorik münakaşa ve
rasyonel kanaat aracı değil, bir ikna yöntemi olarak geliştirilmek için vardır.
Thrasymacus Hak en güçlüye hizmet
edendir.
Hak güçtür.
Protogoras, insan her şeyin
ölçüsüdür der.
Eşyaya ilişkin bilgimiz eylemlerimiz ve
durumlar tarafından belirlenir-bilgi konumumuza bağlı olarak görecelidir.
“Tanrılar düşünüldüğünde varlar
mı yoklar mı, şekil olarak neye benziyorlar, emin olamıyorum; zira kesin
bilgiyi gizleyen çok şey var; konunun muğlak oluşu ve insan hayatının
kısalığı”.
Sofistler içinde bulundukları
dönemde demokrasiye katılabilen vatandaşlara (özgür erkek Atinalılar) siyasi
hayata katılım için gerekli olan konuları öğrettiler.
Münakaşa ve hitabet (retorik) sanatları gibi.
Ahlak felsefesi, sosyal bilimler
ve epistemoloji ile ilgili bir yığın meseleyi gündeme getirmişlerdir.
Sokrates (ilk Atina’lı filozof)
Sofistlerle aynı dönemde yaşadı.
Evrensel olarak iyi ve doğru olan
değerlerin var olduğunu savunmuştur.
Ama o da tıpkı sofistler gibi
tepki çekti ve idama mahkum edildi (Bu dönemde Atina Sparta’ya karşı savaşı
kaybetmişti).
Sokrat için erdem (Arete) birinin
toplum içinde insanoğlu olarak doğru potansiyeline ulaşması anlamına gelir.
Mükemmellik fikri ile
bağlantılıdır.
İster ahlaki mükemmellik ister
birine verilen rol ya da işlevin mümkün olan en iyi şekilde yerine
getirilmesiyle başarılan mükemmellik olsun.
Areteye sahip olan kişi işlevini en iyi
şekilde yerine getirecektir. Arete bilgiye eştir.
Sokrat, ahlaka belirli bir
epistemolojik temel kazandırmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder