19 Ocak 2023 Perşembe

 FELSEFENİN HİKAYESİ - 1

 

 

Felsefede bir cevabı anlamak için öncelikle hangi soruna atıfta bulunulduğunu, cevabın hangi hangi soruyla ilgili olduğunu, yöneltilen soruyu bilmemiz gerekir.

 

Ve ayrıca cevabı destekleyen nedenleri ve kanıtları da –eğer mevcutsa- bilmemiz gerekir.

 

Fizik ile karşılaştırırsak şöyle bir ayrım ortaya çıkıyor.

 

Fizik çalışırken sürekli cevapları destekleyen ne tür soruların ve kanıtların olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekli değildir.

 

Fizik çalışmak genel anlamda bu disiplinin temelini oluşturan sorulara ve kanıtlara aşina olmak demektir.

 

Ancak felsefe böyle değil. Felsefede çok çeşitli sorular ve cevaplar vardır.

 

İşte bu yüzden her seferinde bir filozofun sorduğu soruları ve şu ya da bu cevabı desteklemek için kullandığı argümanları anlamaya çalışmamız gerekir ki sonraki cevapları anlayabilelim.

 

Fakat burada da yine örneğin fizikten bir farklı durum söz konusu, fizikte cevapların ve sonuçların nasıl uygulanabileceğini biliyoruz.

 

Örneğin fizik bilgisini kullanarak asma köprü inşa edebilirsin.

 

Peki felsefedeki cevaplar ne işe yarar?

 

Felsefi cevapların işlevi herhangi bir şey için kullanılmaya değil bir şeyi daha iyi anlamamızı sağlamaya yöneliktir.

 

·        Felsefe doğru ya da yanlış kabul edilebilecek bir takım iddialar ortaya atar (yaratıcı yazından farkı)

·         

·        Deneyime dayanmaz (fizik ve kimyadan farklı olarak)

·         

·        Kendi ön kabullerini her seferinde yeniden incelemeli, bunları tartışmaya açmalı ve aklileştirmeye çalışmalıdır.

·         

·        (Matematik ve mantığın aksine)

·         

·        Her zaman belli ön kabullere sahip olsa da bunlar sabit bir ön kabuller listesi değildir (teleolojiden farkı)

 

 

ANTİK YUNAN VE FELSEFE

Hem toplum içinde hem de doğada düzen ve uyum fikrinin, Yunan felsefesinde, M.Ö. 5. yüzyıldaki ilk filozoflardan Aristo’ya kadar esas teşkil ettiği söylenebilir.

Bu dönemde insanların doğuştan gelen haklara sahip oldukları düşünülmemekteydi.

Haklar bireyin toplum içindeki rolü ve işleviyle bağlantılıydı.

Thales ve Doğa Filozofları (Milet[1]li filozoflar)...

Bu insanlar öğrenmek için seyahat ediyorlar uzak mesafeler katediyorlar.

Thales o dönemde Mısır’a gitmiş.

Thales ile ilgili bilgileri biz Heredot tarihinden öğreniyoruz.

Güneş tutulmasının zamanını önceden tespit ettiği rivayet ediliyor. (Sümerlerde Ziggurat denilen kuleler vardı burada astronomi ile ilgili çalışmalar yapıldığı iddia edilir.

Babilliler de bu alanda gelişmişti.

Tüm bu Mezopotamya kaynaklı gelişmeler de Antik Yunan bilimine kaynaklık etmiştir.

Antik Yunan, mısır ve Mezopotamya uygarlıklarından daha fazla bilgiye sahipti gibi bir iddia yok burada.

Fakat onlardan farklı olarak Antik Yunan filozofları rasyonel ispat kavramını ve bu ispatın bir aracı olarak da teori kavramını geliştirmeyi başardılar).

Thales ile ilgili olarak, Aristo, Metafizik adlı eserinde, “her şeyin kendisinden meydana geldiği ve tekrar ona döndüğü kaynak”ı araştıran felsefe biçimini ilk bulan kişi olarak söz eder. 

Aristo’ya göre Thales her şeyin kökeninin su olduğunu iddia eder. Evrenin bileşimi ve şeylerin dönüşümü sonsuz bir devir daim olarak açıklanabilir (sudan diğer nesnelere ve diğer nesnelerden suya).

 

Thales ‘in doğa felsefesi

“her şey sudur” önermesinde; Thales’in iki ön kabulu var.

-Değişimin olduğu 1.-ön kabul

-Değişmeyen bir tözün olduğu-2. ön kabul

Burada ‘töz’ ile kastedilen değişimdeki değişmeyen element ve farklılıktaki birlik.

 

Bütün değişim boyunca değişmeyen ve dolayısıyla evrenin yapı taşı olduğunu düşündüğü tek bir element.

Bu sorularla Yunan felsefesindeki iki problem ortaya çıkar.

Töz problemi ve Değişim problemi (burada değişim suyun bir halden diğer bir hale dönüşmesiyle meydana geliyor...)

Thales’in doğa felsefesi önemlidir çünkü her şey değişik formlara bürünmüş su ise, öyleyse olan her şey, bütün değişim, suya uygulanabilen yasalarla açıklanabilir.

Su gördüğümüz hissettiğimiz somut bir fenomen olduğu için de su ve onun davranışları ile ilgili olan her şeyi bilebiliriz.

Çünkü gözlemlenebilir bir şey.

(Felsefenin bu noktadan yola çıkarak bilimsel araştırmaya giden yolu açtığı bile söylenebilir çünkü evrendeki her fenomen insan düşüncesi tarafından anlaşılabilir.

Hiçbir şey anlaşılmaz değildir.

Hiçbir şey mistik ya da anlaşılmaz değildir).

Thales’le birlikte düşünce mitostan-logosa; mitsel olandan mantıksal düşünceye doğru hareket etmiştir.

Fakat burada dikkatli olunması gerekir.

 Mitostan logosa geçiş tarihte belli noktada ilk Yunan filozoflarının etkisiyle tersine çevrilemez bir hadise değil.

Mitsel olan ve mantıksal hem tarihte hem de bir kişinin yaşantısında daima iç içe geçmiştir.

Antik Yunan’da rasyonel ispat kavramı ve bu ispatın bir aracı olarak da teori kavramı gelişti.

Teori evrensel hakikati doğurduğunu iddia eder ve bu hakikat aleni bir sorgulamada bütün karşıt argümanlara rağmen sağlamlığını yitirmez.

O dönemde Antik Yunan’da felsefe ve bilim ayrımından söz etmek mümkün değildir.

Bu ayrım 1600’lü yıllarda ortaya çıktı. Newton bile 1600 lerin sonunda fizik için hâla ‘doğal felsefe’ olarak söz ediyor.

Anaximander ve Anaximenes de benzer öncüllerden yola çıkmışlar (değişim ve köken problemi).

Thales’in iddiasını sorgulamışlardır (her şeyin kökeni su mudur?)

Anaximander, tözü apeiron olarak tanımlar.

Yani töz zaman ve mekanda sınırsız ve belirsiz olan şeydir. Dolayısıyla düşünceleri deneysel bilimlere bir basamak teşkil etmemiştir çünkü duyusal fenomenlerin, nesnelerin ve değişimlerin duyusal olmayan bir şey tarafından açıklanabileceğini öne sürer.

Anaximenes ise Thales’in cevaplayamadığı “değişmeyen su değişen suya nasıl dönüşür” sorusunu cevaplamaya çalışmıştır.

 

 

 

Heraklitus, Parmenides ve Zenon

Milet’li filozoflar değişimin kendisini sorgulamadılar.

Değişimin olduğunu bir ön kabul olarak kabul ettiler.

Onların derdi değişim sürecindeki değişmeyen tözün ne olduğu sorusuna cevap aramaktı.

İkinci kuşak ise bu birinci kuşağın ön kabullerini sorgulamaya başladı.

Değişim diye bir şey var mı?

Heraklit her şeyin sürekli bir değişim ve akış halinde olduğunu

Parmenides ise hiçbir şeyin değişmediğini öne sürüyor.

Heraklit, -her şey bir değişim içindedir –fakat değişim bir değişmeyen yasaya (logos) göre gerçekleşir –bu yasa zıtlar arasında bir etkileşimi gerektirir –fakat zıtlar arasındaki bu etkileşim öyle bir şekilde gerçekleşir ki bir bütün olarak bakıldığında ortaya uyum çıkar.

Buradan yola çıkarak denilebilir ki Heraklit’e göre değişmeyen şey ‘töz’ değil ‘logos’tur.

Heraklit’in bu düşüncesinde Hegel’i ve Marx’ı çağrıştıran bir diyalektik vardır.

 Tarih zıtlar arasındaki etkileşimin sonucu kendini devam ettirir.

Parmenides ise değişimin mantıksal olarak imkansız olduğunu, duyuların ise değişimin var olduğunu düşündürdüğünü fakat aklın sahih olduğunu duyuların ise yalnızca yanılttığını iddia etmiştir.

Bu anlamda Parmenides ilk rasyonalisttir denebilir.

Mantıksal akıl yürütmenin gelişmesine önemli katkıları olmuştur.  Zenon da Parmenides’in öğretisinin doğruluğunu ispata çalışmıştır.

 

Arabulucular: Empedokles ve Anaxagaros

Hem her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu hem de değişimin imkansız olduğunu iddia eden iki farklı kuşağın mirasını devralmışlardır.

Bu açıdan Heraklit ve Parmenides’i uzlaştırmaya çalıştıkları söylenebilir.

Empedokles’e göre 4 temel töz vardır bunların sayısı ve nitelikleri değişmez.

Bunlara ek olarak iki temel güç vardır; ayrıcı güç olarak mücadele ve birleştirici güç olarak da sevgi.

Dört temel unsurun farklı nesneler yaratmak için farklı miktarlarda karıştırılmaları mümkündür.

Anaxagoras’a göre ise elementler sınırsız sayıda olabilir.

Kuvvet ise tektir.

Bu da akıldır.

Akıl, değişimi belirli bir amaç doğrultusunda harekete geçirir.

Bu görüş Demokritos’un atomculuk öğretisine bir basamak teşkil ederler.

Demokritos sadece tek bir töz olduğunu iddia eder.

Küçük bölünemeyen zerreler.

Boşluk yani yokluk; varlık için yani atomların hareketleri için bir ön koşuldur.

(Bu noktada Parmenides’ten ayrılır).

Atomlar o kadar küçüktürler ki algılanamazlar.

Bütün atomlar maddi anlamda aynıdırlar.

 Birbirlerinden şekil ve boyut olarak farklıdırlar.

Her atomun şekli ve boyutu sabittir.

Demokritos’un bu teorisi, Rönesans döneminde klasik fizikte kullanılmıştır.

Antik Yunanda, bu teori de diğer teorilerden biri olarak kabul ediliyordu hatta Aristo’nun teorisi kadar rağbet görmemiştir.

Demokritos, dünyanın nasıl olup da atomların niteliksel özelliklerinin izinv erdiğinden daha renkli göründüğünü açıklamaya çalışır.

Nesneler renk, tat, koku gibi niteliklere kendileri sahip olmadığı halde bizim algılarımız nedeniyle bunlara sahip gözükürler.

Bu varsayım modern çağ felsefesinde önemli bir rol oynamıştır.

Fakat çevremizdeki şeylerin bilgisi sadece algıya dayalı değildir.

Atomlar algılanmak için çok küçüktürler.

Onları sadece akıl aracılığıyla kavrayabiliriz.

Dış dünyadaki nesneleri duyusal olarak algılamamıza dair bilgi teorisi, teorinin kendisinin de duyularımızdan değil akıldan kaynaklandığını en baştan kabul etmiş görünmektedir.

 

Pisagorcular

Doğanın gizeminin matematik sayesinde çözüleceğine inandılar.

Temel ön kabulleri maddi elementler değil; yapılar, formlar ve matematiksel ilişkilerdi.

Göksel cisimler, maddi nesneler de matematiksel ilişkilerden bağımsız değildi.

Matematiksel yapılar her şeyin temelinde yatıyordu.

 Matematik doğada değişmeyen tek şeydir.

Mantıksal olarak kanıtlanabildiklerinden dolayı da tek kesin bilgi olarak kabul edilebilir.

Rasyonalisttirler çünkü;

1.matematiksel ispat yaparak rasyonel kanıtlar öne sürebilirler

2. gerçekliğin bütün duyusal olguların temelinde yatan matematiksel formüllerde bulunabileceğine ve dolayısıyla da gerçekliğin bilgisine duyularımızla değil akıl aracılığıyla ulaşılabileceğine inandılar.

Matematiği akıl aracılığıyla aklında da ötesinde olan mistikliğe işaret eden bir şey olarak algıladıkları için burada dinsel bir mistisizm de vardır. 

Onlar daha sonra platon’un ‘idealar’ kavramına basamak olmuş; deneysel doğa bilimlerinin doğuşunda önemli bir rol oynamışlardır.

 

SOFİSTLER

M.Ö. 600’den 450 ye kadar olan dönem kozmolojik dönem olarak adlandırılır.

Farklı felsefi duruşların çoğu birbiriyle çelişiyor ama hepsinin bir doğruluk iddiası var.

Bunların hepsi doğru olamazsa hangisi doğru?

Bu soru gündeme geliyor yani şüpheci hale geliyor filozoflar.

M.Ö 450’den sonraki dönemde daha önceki dönemlerden farklı olarak Ontolojik sorulardan (Varlık nedir) den Epistemolojik sorulara (Bilgi nedir/neyi/ne kadar bilebiliriz) geçiş söz konusu.

Mutlak bilginin koşulu nedir sorusu gündeme geliyor.

İnsan ilgi odağı haline geliyor.

Düşünen insandan eyleyen insana doğru bir yönelim var (dönemin siyasal özelliklerinin de etkisi söz konusu, sömürgecilik dönemi başka halklarla karşılaşma berberinde siyasal ve etik bir takım problemlerin ortaya çıkmasını getirdi).

Birbirinden farklı görenek ve gelenek çeşitliliği arasında evrensel biçimde geçerliliği olan bir ahlaki ve siyasal idealin bulunup bulunamayacağını tartışmaya başladılar.

Bazıları Tanrı veya tabiat tarafından bahşedilen evrensel biçimde geçerli olan bir ahlaki siyasal idealin var olduğuna inandılar.

Diğerleri ahlakın ya toplumun ya da bir tek bireyin ürünü olduğuna ve dolayısıyla da evrensel geçerliği olan bir ahlaki siyasal idealin olmadığına inandılar.

M.Ö. 400 civarında ahlakın görece (rölatif) olduğunu iddia edenler yaygınlaştı ve bu tartışmayı yürütenlere sofistler denildi.

Homojen bir grup olmasalar da bilgiye dair (epistemolojik) sorularda “hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyiz” ve ahlaki sorularda da görececi bir anlayışı benimsediler.

Georgias-doğru bilgi mümkün değildir der.

Rasyonel tartışma ve rasyonel kanaat var olamaz.

Hitabet yani retorik münakaşa ve rasyonel kanaat aracı değil, bir ikna yöntemi olarak geliştirilmek için vardır.

Thrasymacus Hak en güçlüye hizmet edendir.

Hak güçtür.

Protogoras, insan her şeyin ölçüsüdür der.

 Eşyaya ilişkin bilgimiz eylemlerimiz ve durumlar tarafından belirlenir-bilgi konumumuza bağlı olarak görecelidir.

“Tanrılar düşünüldüğünde varlar mı yoklar mı, şekil olarak neye benziyorlar, emin olamıyorum; zira kesin bilgiyi gizleyen çok şey var; konunun muğlak oluşu ve insan hayatının kısalığı”.

Sofistler içinde bulundukları dönemde demokrasiye katılabilen vatandaşlara (özgür erkek Atinalılar) siyasi hayata katılım için gerekli olan konuları öğrettiler.

 Münakaşa ve hitabet (retorik) sanatları gibi.

Ahlak felsefesi, sosyal bilimler ve epistemoloji ile ilgili bir yığın meseleyi gündeme getirmişlerdir.

Sokrates (ilk Atina’lı filozof) Sofistlerle aynı dönemde yaşadı.

Evrensel olarak iyi ve doğru olan değerlerin var olduğunu savunmuştur.

Ama o da tıpkı sofistler gibi tepki çekti ve idama mahkum edildi (Bu dönemde Atina Sparta’ya karşı savaşı kaybetmişti).

Sokrat için erdem (Arete) birinin toplum içinde insanoğlu olarak doğru potansiyeline ulaşması anlamına gelir.

Mükemmellik fikri ile bağlantılıdır.

İster ahlaki mükemmellik ister birine verilen rol ya da işlevin mümkün olan en iyi şekilde yerine getirilmesiyle başarılan mükemmellik olsun.

 Areteye sahip olan kişi işlevini en iyi şekilde yerine getirecektir. Arete bilgiye eştir.

Sokrat, ahlaka belirli bir epistemolojik temel kazandırmıştır.



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder