19 Ocak 2023 Perşembe

 FELSEFENİN HİKAYESİ - 2

 

Platon

O da Sokrates gibi Sofistlerin relativizmini çürütmeye çalıştı.

Sağlıklı bir siyasal sistemin inşa edilebilmesi için gerekli ilkeleri kurmaya karar vererek ideal devleti açıkladı.

Pisagorcularla ortak noktaları vardır (İtalya’ya yaptığı seyahatte onlarla karşılaşmıştı): her şeyin özü olarak matematik görüşü, gerçek olan idealar ve gölgelerin görünen dünyası, ruhun ölümsüzlüğü, dini mistisizm ve çileci ahlak gibi.

Bıraktığı eserler diyaloglar halinde yazılmıştır ve kendisi bu diyaloglarda nadiren ortaya çıkar.

Diyaloglar nihai bir tez ve bakış açısı sunmazlar.

Kendi ortaya attığı idealar teorisine sağlam argümanlarla karşı da çıkmıştır.

Bu nedenle idealar teorisini gerçekten benimseyip benimsemediği bile belli değildir.

Denilebilir ki bir idea olarak iyi teorisiyle Platon, evrensel ahlaki siyasal normların varlığını felsefi olarak nasıl açıklamaya çalıştı.

Platon’un yazarlığı şu şekilde yorumlanan bir seyir izlemiştir: İlk aşamasıda (Sokrates diyalogları) Platon Sokrates’a yakın durur (Sokrates objektif bilgiyi insanlık ve toplumla alakalı olan erdem, adalet, bilgi ve iyi gibi kavramları inceleyerek açıklayabileceğimize inanıyordu.

 Bir davranışın iyi olup olmadığını belirlemek için onu bir kalıp ya da normla karşılaştırmak zorundayız.

Davranış bu kalıba benzediği sürece iyidir.

İyi ve adalet gibi evrensel kavramları tanımlayarak evrensel ve değiştirilemez olan şeyi yakalıyoruz…) orta aşamada, Platon ideaların bağımsız bir varlığı olduğunu göstermeye çalışır (Devlet diyalogunda); son olarak, kavramlar ve evrenselin çözümündeki içsel dinamik tarafından yönlendirilerek Platon diyalektik bir epistemolojinin izahını yapar (Parmenides diyalogunda).

Platon’un Parmenides’inde idealar teorisinin eleştirisi var.

Kısacası nelerin ideasının olup nelerin ideasının olmadığı konusunda bir belirsizlik var.

Öyle görünüyor ki değerli olguların ideaları var (su, ateş, iyi) ama değersiz şeylerin ideası yok (saç, çamur…)

Var olan nedir gibi bir ontolojik soru sorar. İdeaların ana gerçeklik (cevher) olduğunu söyler.

Daire ve üçgen gibi idealar duyularımızla kavranamazlar, aklımızla idrak edilirler.

Platon’un idealar aracılığıyla, Evrensel-Ahlaki-siyasal normların varlığını felsefi olarak açıklamaya çalıştığı söylenebilir bu bağlamda idealar teorisi objektif ahlak felsefesinin bir savunusu olarak değerlendirilebilir.

Platon’a göre bir davranışın ‘iyi’ olduğunu anlamamızı sağlayan iyi davranışlar hakkında önceden bir ‘idea’ vardır.

İdealar teorisi, ‘Var olan nedir?’ diye sorar.

İdealar teorisi duyularımızla kavrayabileceğimiz şeylerin ötesinde anlayacağımız fakat duyularımızla kavrayamayacağımız kavramların bulunduğunu söyler.

Bu kavramlar, üzerine düşünülebilecek şeylerdir.

Doğruları evrensel bir biçimde geçerlidir.

Değişebilen temsillerin aksine idealar evrensel ve değişmezdir.

Sadece düşüncemizde de değildirler.

Objektif olarak var olurlar.

Platon’un idealar teorisi sadece ontoloji değil aynı zaman da bir epistemolojidir.

Algılanabilen şeyler ve sahip olduğumuz fikirlerin çoğu değişken ve kusurludur.

Bu bilgi mükemmel bilgi değildir.

Biz sadece kendileri değişmez ve mükemmel olan ideaların objektif bilgisine yani epistemeye sahip olabiliriz.

Fakat duyusal deneyimlerimiz ve dil bilimsel bir biçimde formüle edilen temsillerimiz üzerine düşünerek de aşağı doğru bu objektif bilgiye ulaşabiliriz (soyutlama) çünkü idealar bizim temsillerimiz ve algılanabilen ‘şeylerin’ altında yatan şeylerdir.

Sokrates’a göre, erdem bilgidir.

İnsanlar bu bilgiyi çabalayarak elde edebilir.

Platon’a göre ise doğru bilgi iyi ideanın bilgisidir.

Herkes bu bilgiye ulaşamayacaktır.

Kopyalama ya da taklit fikri Platon’un sanat görüşünde temeldir.

İdrak edilebilen şeyler ideaların kopyalarıdır.

Sanat yapıtları ise idrak edilebilen şeylerin kopyalarıdır.

Yani kopyanın kopyası.

 

Aristo

Platon’un düşüncesinin matematiğin etkisinde kalması gibi Aristo da biyolojinin etkisinde kalmıştır. Platon’un öğrencisidir.

(Kendisi de Makedonyalı İskender’ hocalık yapmıştır).

Platon ebedi ve kusursuz bir ideal devlet teorisi geliştirmeye uğraşırken, Aristo mevcut devlet biçimlerini incelemekle işe başlayarak, bu devlet biçimleri arasında mümkün olan en iyisini bulmaya çalışır.  

Aristo, biyolojiye olan ilgisinden dolayı gözlemlemeyi ve sınıflandırmayı da önemsemiştir.

Platon, ideaların gerçekte var olan şeyler olduğunu söylerken Aristo, bağımsız bir biçimde var olanın belirli şeyler yani ‘tözler’ olduğunu söyler.

Tözlerin nitelikleri vardır, niteliklerse tözlerin nitelikleri olarak vardırlar; fakat bunun ötesinde niteliklerin herhangi bir bağımsız mevcudiyetleri yoktur.

Aristo tözlerin gerçekten var olan şeyler olduğunu ancak bu bahsettiğimiz niteliklerin ve cinslerin, tözlerin içinde veyahut bunlarla birlikte var olduğu müddetçe görece bir varlığa sahip olduğunu iddia etmektedir.

Hem Platon hem Aristo kavramsal kelimelerin var olan bir şeyle ilgili olduğuna inanır.

Ancak Platon, bu ‘bir şeylerin’ sezilebilir olguların ‘ardında’ var olan idealar olduğuna inanır.

Aristo ise bu bir şeylerin sezilebilir olgular içinde var olan formlar olduğuna inanır. Aklın yardımıyla evrenseli ya da formları kavrayabiliriz (soyutlama).

Aristo’da duyusal deneyim, ampirik olan daha olumlu bir konumdadır. Aristo’ya göre nihai olarak sadece belirli şeyler (tözler) vardır.

Aristo’ya göre bilgiye giden yoldaki ilk adım belirli şeyleri duyumlarımızla tecrübe etmemizdir.

İkinci adımsa tesadüfî olandan evrensel ve asıl olana doğru yapılan soyutlamadır.

Bir cinsin öze ait niteliklerinin bir tanımını elde ettik mi artık daha üst seviyede bir bilgiye sahibiz demektir.

Hukuki bir idare, Aristo’ya göre insanların yeteneklerini en iyi yoldan gerçekleştirebildikleri bir durumdur.

Aristo bu nedenle kamuoyunun görüşüne kulak verilmesini ve devletin kanunlarla idare edilmesini destekler.

Fakat bu noktada görüşleri Platon’un Devlet adlı kitabında ima ettiğinden farklıdır.

Yine de Aristo da, hukukun ‘evrensel’ olmadığını düşünür.

Özgür Yunanlı’ya uygulanan kurulu töre ve kurallar vardır ve köleler ya da barbarlar buna dahil edilemezler.

Aristo ‘eşitlik’ sorununu da ele alır.

Aristo, sınırlı bir demokrasinin umabileceğimiz en iyi devlet modeli olduğu sonucuna varır.

Önemli olan aydın yönetimi ve kamuoyu arasında en iyi dengeyi oluşturabilmektir.

Bu nedenle orta sınıfı önemser.

Orta sınıfın çok olması bu dengenin garantisidir.

 

Klasik Dönemin Sonları

M.Ö. 4. Yüzyılın sonuna doğru şehir devletleri yerini yeni bir devletin oluşumuna bırakmışlardır. 

Helen imparatorluğu. Bütün bir Helen-Roma dönemi boyunca M.Ö.300’den M.S.400’e kadar eyaletler hem coğrafi hem de nüfus açısından büyümüşlerdir.

Şehirlerin çözülmesiyle ortaya çıkan siyasal boşluk yerini yeni dinamiklere bıraktı.

Helen-Roma döneminde toplum için birey fikri yavaş yavaş etkisini yitirmeye başlıyor.

Yunan şehir-devletlerinde, birey toplumun organik bir parçası gibi düşünülüyordu.

Her birey toplumda kendi yerini bulmak ve kendini, değişik kamu faaliyetlerine katılarak gerçekleştirmekle yükümlüydü.

Her bireyin varlığı ve değeri toplumun bütününe endeksliydi.  

Helen-Roma dönemi boyunca pek çok açıdan etkin olan iki felsefi akım Epikürcülük ve Stoacılık idi.

Bu iki felsefenin temel sorusu “bireyin mutluluğu nasıl garanti altına alınabilir” sorusudur.

Şehir devletlerinin düşüşüyle beraber şu iki eğilimin yavaş yavaş ortaya çıktığı görülmektedir:

1. Bütün insanlar için geçerli olan evrensel bir hukuk ve bu hukukun her bireyde somutlaştığı fikri

2. Özel yetişme koşullarından ve toplumsal statüden bağımsız olarak kendi içinde temel bir değer taşıyan özel birey fikri.

Bu doğal haklar kavramının köklerinden birini oluşturur.

Var olan tüm yasaların üzerinde yer alan ve herkes için geçerli olan evrensel normatif bir hukuk vardır.

Bunu ilke olarak bütün insanların aslında aynı hukuka tabi oldukları ve bir toplumda var olan hukukun bu evrensel doğal hukuka uymak zorunda olduğu fikri takip eder.

Bunun tam da şehir devletlerinin bir özelliği olan siyasal katılım yetisinin ortadan kalkmasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkması dikkate değerdir.

Düzenin (şehir devletleri) yavaş yavaş çökmeye başlaması bireysel refah ve mutluluğun nasıl elde edileceğine yönelik sorgulamaların artmasıyla aynı zamanlara tekabül etmektedir.

 

Epikürcülük

Yaşamdan zevk almalı fakat düşünüp tartarak.

Yaşamımız boyunca en fazla refahı ve mutluluğu elde etmek ve en az acı ve ıstıraba katlanmak için hesap yapmalıyız.

1.   Varolan tek ‘iyi’ haz[1]dır. (Haz=Hedone) Hedonist felsefe.

2.   Azami hazzı temin edebilmek için sadece kontrol edebildiğimiz hazların tadını çıkarmalıyız.

Devleti veya toplumu kendi başına değer taşıyan unsurlar olarak görmez.

Sadece bireysel haz kendi içinde bir değere sahiptir.

Devlet ve toplum sadece bireyin hazzını sağladıkları ve bireyi acıdan uzak tuttukları ölçüde iyidirler.

Yasalar ve adetler sadece bireysel menfaatleri desteklemek amacıyla var olduklarında bir değere sahiptirler.

Ancak azami bireysel hazzı hedeflediği sürece bir ahlak veya bir hukuk sisteminin iyiliğinden söz edilebilir.

 

Stoacılık

Bireyler dışsal iyiyi kontrol edemeyebilirler.

Dolayısıyla bireyin yapabileceği kendini dış faktörlerden bağımsız hale getirmek için çabalamaktır. 

Eğer mutluluğu temin etmek istiyorsa birey, kontrol edemeyeceği dış unsurlardan bağımsız olmalı ve kendi iç dünyasında yaşamayı öğrenmelidir.

Tıpkı Sokrates ve Platon gibi Stoacılar da kişinin mutluluğu için gerekli tek şartın, kişinin erdemli bir yaşam sürmesine bağlı olduğunu ve erdemin de bilgiye dayandığını söylemişlerdir.

Yaşam koşulları, sağlık, refah bilge ve erdemli insanın mutluluğunu etkileyemez.

Erdem, akılla yani logosla uyum içinde yaşamaktır.

En önemli idrak her şeyin bilgece düzenlendiğini ve olayların gidişine müdahale etmenin ne mümkün ne de arzu edilen bir şey olduğunu fark etmektir.

Stoacılar insanlara kendi akıllarını kontrol etmeyi öğütlemişlerdir.

Toplumun organik bir parçası olan insandan, toplum içindeki özel bireye uzanan vurgu bağlamında ‘akıl’ doğadan ve sosyal dünyadan ayrılarak, içsel bir unsur olarak anlaşılmaya başlanmıştır.

Bu noktada ahlak felsefesinin de siyasetten ayrıldığı söylenebilir.  Ahlaktan anlaşılan özel ahlak oluyor.

Stoacılığın ahlak ve hukukla ilgili görüşleri daha sonra ortaçağ felsefesinde de etkili olmaya devam etmiştir.

Kinikler, insanlara sahip olamayacakları nesneler olmadan da tatmin olmayı öğretmeye çalışmışlardır.

Kendilerini toplumdan uzaklaştırıp ilkel bir hayat yaşamayı tercih ettiler.

Greko-Helen stoacılığı ise sadece dünyadan el etek çekiş üzerinde değil, görev ve karakter oluşumu üzerinde de durmuştur.

Roma’lı üst sınıfların benimsemesiyle beraber Stoacılık gittikçe bir tür devlet ideolojisine dönüşmüştür.

Göreve, güçlü ve sorumlu bir karakter yetiştirmeye dayanan, devlet destekçisi bir ahlak sisteminin temelini hazırladı.

Romalı Stoacılara bakıldığında ise artık kişinin grubun organik bir parçası olarak kabul edilmediğini ancak evrensel bir hukuk ve idare sistemi altındaki birey olarak ele alındığını görürüz.

Burada artık doğal hukuk fikri tamamen olgunlaşmıştır.

Kişinin dünyası nasıl evrenin bir parçası ise, aynı şekilde kişinin aklı da evrensel aklın bir parçasıdır.

Meşru siyasal yasalar temelini doğanın evrensel hukukundan alırlar.

Stoacıların bu düşünceleri onların sofistlerin ‘rölativizm’inden uzaklaştırmış ve Platon Aristo gibi düşünürlerin bir takipçisi olarak düşünülmelerini sağlamıştır.

Yine de Platon ve Aristo’dan da farklılaşan fikirleri vardır ve bunlar gözden kaçırılamayacak kadar önemli farklardır.

Söz gelimi, Aristo’ya göre temel hukuki ilkeler insan toplumuna, birincil olarak da şehir devletine bağlıdır.

Stoacılarınsa hukuk üzerine temel görüşlerinin çıkış noktası şehir devleti ve toplum içindeki insan değil, her insanda var olan evrensel akıldır.

Cicero bu noktada önemli bir noktaya işaret eder.

Var olan hukuk ve var olan eşitsizlikler de doğal hukuk anlayışı ile bir meşruiyet kazanabilir.

Bu evrensel hukuk anlayışı var olan hukuk kurallarını eleştirmek için kullanılabileceği gibi her yerde var olan eşitsizliklerinde ‘doğal’ olduğu tezinden yola çıkarak var olan hukukun doğrulanması ve meşruiyet kazanması için de kullanılabilir pekâla.

Yani toplumda hem muhafazakar hem de dönüştürücü bir güç olarak anlam kazanabilir.

Stoacıların eşitlik konusundaki fikirleri belirsizdir.

Örneğin, ortak logosa herkes katılır ve bütün insanlar bu anlamda eşittir; fakat aynı zamanda kişinin zengin veya fakir olması, kral veya köle olması iyi ve mutlu bir yaşam konusuyla temelde alakalı değildir.

 Eşitliğin maddi ve siyasal anlamda bir eşitlik gerektirip gerektirmediği sorusu yanıtsız kalmaktadır.

Doğuştan sahip olunan ve ihlal edilemez birey hakları fikri ile ebedi ve evrensel hukuk fikri birbiriyle bağlantılıdır.

Böylesi düşünceler içinde barındırdığı farklı insan grupları ile Roma imparatorluğunun siyasal sistemi ile de örtüşmektedir .

Doğal hukuktaki ve Roma devletindeki yasaların birbiriyle açıkça benzer olmamalarında toplumsal eleştirinin bir kaynağı mevcuttur.

 Ve sözde evrensel olan ile idealde evrensel olan arasındaki bu farklılık imparator ve papa arasındaki ayrımın da teorik temeli haline gelmiştir.

Roma hukuku daha sonra Avrupa hukukunun da temeli haline gelecektir.

Antikitenin sonuna doğru insan tarafından insan için yaratılan yaşam felsefesi öğretilerinin insanın mutluluğunu garanti altına alamadığı noktasına gelinmiştir.

O halde mutluluk nasıl elde edilir ve korunur?

Doğaüstü yollar ve din ile…

 Antikitenin sonuna doğru gittikçe artan bir dini özlem mevcuttu.

 

Neoplatonizm

Neoplatonizm, Helenistik zamanlarda ortaya çıkan dini özlemi karşılamak peşindeydi.

Neo-platoncu öğreti kişiyi daha geniş bir evren resmi içine yerleştirir; bedeni (madde) varlık olmayan; ruhu da varlık olarak tanımlayarak kötüyü yoksunluk ve varlık olmayan olarak tarih eder.

Hedef ruhu onun ölümlü kafesinden kurtarmaktır ki böylelikle kişisel ruh dünya ruhu ile kapsayıcı bir bütünleşmeyi sağlayabilsin.

 

Antikite’de Astronomi

İsa’dan yaklaşık 100 yıl önce yaşamış olan Batlamyus ise o zamana kadar astronomiyle ilgili olan bilgi birikimini dünyaya, yıldızlara ve gezegenlere dair Aristo’cu görüşe dayanarak sistemleştirmiştir.

‘Geocentric’ yani dünyayı merkeze alan bir görüş geliştirmiştir.

Bu anlayış Ortaçağ’da da etkisini devam ettirmiştir.

Bu dünya görüşünü Eski Ahit’e dayandıran Kilisenin konu ile ilgili otoritesi Rönesans’la beraber sona ermiştir.

 



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder