MODERN İNSAN GÖRÜŞÜ
Modern insan görüşünü
kısmen klasik, kısmen Hıristiyan, kısmen de belirli modern motiflerden
öğreniriz.
Klasik unsur, tipik
klasisizmden, yani Eflatun ve Aristo rasyonalizminden natüralist rasyonalizme
kayma eğilimindedir.
Şöyle ki, Epikür ve Demokritos natüralizmi -ki
Yunan düşüncesinin klasik döneminde arka planda kalmıştır- modern çağda
egemendir.
Modern natüralizm
insanı “yaratık” olarak kabul eden Hıristiyan görüşüyle uyumludur.
Ancak Hıristiyanlığın
insanı “Tanrı’nın imajı”nda kabul eden anlayışıyla ters düşer.
İnsanoğlunu, bir yaratık ve günahkâr olarak
gören Hıristiyan anlayışına, erken Rönesans’ta karşı çıkıldı.
İnsanoğlunun doğasına dair klasik, Hıristiyan
ve belli başlı modern görüşlerin, modern antropolojiyi de ilgilendiren tuhaf
bileşimi, çeşitli güçlüklere ve kafa karışıklığına yol açar:
(a) İnsan
doğasının modern anlayışına dair, idealist ve natüralist rasyonalistler
arasında, idealist veya natüralist tüm rasyonalistler arasında ve dirimselciler
ile romantikler arasında iç çelişkiler.
(b) Modern
kültürde insan doğasına dair ve özellikle de karakter/kişilik hakkında, modern
tarihin aşağıladığı kesin kanaatler.
(c) İnsan doğası
hakkında ve özellikle de insanın iyiliğine dair bilinen tarihsel gerçeklerle
çelişen, kesin kanaatler.
(a)
Modern
kültürün çözümlenmemiş karşıtlıklarından biri, idealistler ile natüralistlerin
vurguladıkları tezlerin birbiriyle çelişmesidir.
İdealistler,
Hıristiyan tevazuuna ve Hıristiyanlığın insanoğlunu hem yaratık, hem günahkâr
addeden doktrinlerine karşı çıkma eğilimindedir.
Bu Rönesans ruh haliydi.
Bu ruh halini şekillendiren düşünce ise Aristocu,
Yeni-Eflatuncu ve Stoacı kavramlardı.
Bruno insanın öz bilincinin fani olduğunu
kanıtlamakla meşguldür; bu panteist sistemde uzayın sonsuzluğu, ruhun
sonsuzluğu itibariyle sadece ilginç bir benzerlikten ibarettir.
Bruno, Kopernik
astronomisindeki gelişmelere değer verir, çünkü Kopernik, “bilgimizi, tabir
yerindeyse, yıldızları küçücük bir pencereden gören hapishaneden azat
etmiştir.”
Benzer bir biçimde, Leonardo da Vinci, doğanın
gizemini deşifre eden matematiksel yöntemi ve doğanın düzeninin/devamlılığının
ve güvenilir (kurala uygun) tekerrürlerinin insan aklının büyüklüğünün sembolü
ve insan aklının ona egemen olmasının aracı olduğunu kanıtlamakla meşguldür.
Petrarca, doğayı insanoğlunun içinde kendi gerçek
büyüklüğünü gördüğü bir ayna olarak tanımlar.
Ancak, Rönesans’ta,
sonuç itibariyle On Sekizinci yüzyılın natüralist rasyonalizmine yol açan küçük
bir işaret vardı.
Bu işaret, ifadesini,
Francis Bacon’ın doğaya ilgisinde ve Montaigne’in insanoğlunu, onun çeşitli
doğal farklılıkları itibariyle anlama çabasında bulur.
Bacon, bilimin makul
tümevarımsal sürecinde insan ruhunun eşsizliğinin -ki bu Bacon’ın insanlığın
gerçek alameti olarak övdüğü sonsuzluk özlemidir- “nedenlerinin keşfine gayet
muzır biçimde engel olacağı”ndan korkar.
Modern kültür, böylece
erken Rönesans’ın asli Eflatunculuğundan, On Sekizinci yüzyılın Descartes ve
Spinoza Stoacılığına ve On Yedinci yüzyılın, oradan da On Sekizinci yüzyılın
genel olarak daha radikal, materyalist Demokritos natüralizmine kayar.
Ve modern insan,
doğayla ilişkisi itibariyle kendini tanımlamaya/anlamaya çalışır bulur, ama
doğa ile akıl ve doğa ile insan ilişkisi hakkında kafası Stoacılarınkinden daha
karışıktır.
Fransız aydınlanma
felsefesi, söz konusu kafa karışıklığının tam bir göstergesidir.
Natüralizme idealist
tepki, akıl ile varoluşun Eflatunculuğa kıyasla daha tartışmasız biçimde eşit
tutulduğu -Kant hariç- Alman idealizminde görülür.
Modern kültürün pınar
başı Descartes, insanoğlunu salt düşünce, doğayı ise mekanik terimlerde
tasavvur ederek, kavrayarak, ikisi arasında hiçbir organik birliktelik/bağ
kurmamayı ve modernliğin çelişkileriyle taşkınlıklarını böylelikle kendi
bünyesinde bir araya getirmeyi becerir.
Modern düşüncenin
insanoğlunu günahkâr bir yaratık olarak gören Hıristiyan görüşüne idealist
karşı çıkıştan, “Tanrı’nın imajında” gören natüralist karşı çıkışa yönelmesi,
sosyal tarih itibariyle orta sınıf insanının düş kırıklığı yaratan tarihi
olarak yorumlanabilir.
Orta sınıf dünyası
zihnin doğaya muazzam bir üstünlüğü olduğu hissiyatı/algısıyla doğar.
Ne ki, Orta Çağ
insanının -muhtaç olduğunu ikrar ettiği halde- doğaya manen üstün gelmesini
sağlayan nihai referansı yok ederek, orta sınıf insanının ve teknik dünyanın
doğanın güvenilirliğinin ve dinginliğinin himayesine sığınmasıyla sonuçlanır.
Bu iki tutum modern kapitalizmde, aslında aynı
anda ifade bulur.
Kapitalizmin ruhu, iyi yaşam için
düşünülebilecek her şeyi garantileyen bir zenginlik kaynağı olarak doğayı
saygısızca/sevgisizce istismar eden ruh halidir.
İnsan doğaya efendilik
eder.
Ne var ki, kapitalizmin sosyal düzeni -en
azından teorik olarak- doğanın insanın efendisi olduğu ve mukadder
dengesinin/ahenginin insanoğlunun felâketlerle sonuçlanabilecek girişimlerini
önleyeceğine olan nahif inanca dayalıdır.
İdealist natüralistler
ile rasyonel natüralistler arasındaki uyuşmazlığı daha da karmaşık, anlaşılması
zor hale getiren bir diğer unsur, insanoğlunu öncelikle hayatiyet olarak
yorumlayan ve ne aklı, ne de mekanik doğayı nefsin anahtarı olarak yeterli
gören romantik natüralistlerin karşı çıkışıdır.
Bu romantik yorum,
bazı yönleri itibariyle modern antropolojik doktrinlerin en yeni unsurudur,
çünkü klasik veya Hıristiyan düşünce tarafından sadece kısmen gölgelenmiştir.
Bunun en acı meyvesi modern
faşizmdir.
Marksist düşünce, bu
görüşü daha da karmaşık hale getirir, çünkü insanoğlunu, olduğu gibi, öncelikle
hayatiyet terimleriyle yorumlar ve kendi ölümlülüğünü bilmeyen rasyonel insan
sahteciliğini haklı olarak dikkate almaz; ama gelecekte insan, yaşam ile yaşam,
çıkar ile çıkar insicamının/tutarlılığının egemen olduğu, fevkalade bir toplum
inşa edecektir.
Rasyonalistler ile
romantikler arasındaki uyuşmazlık, akla gelen her türlü dini ve siyasi
telmihiyle günümüzün en meşum sorunlarından biri haline gelmiştir.
Kısacası, modern insan
kendini öncelikle eşsiz akli melekeleri itibariyle mi, yoksa doğayla akrabalığı
bakımından mı değerlendirip anlamalı, karar verememekte ve eğer ikincisiyse,
nefse dair ipucunu kendi hayatiyetinde mi, yoksa doğanın zararsız ve barışçıl
düzeninde mi aramalıdır, bilememektedir.
Dolayısıyla, modern
insanın kesinlik arz eden bazı yargıları birbiriyle çelişir ve sorunlara
varsayımlarla yaklaşan modern kültürün, bu çelişkilere çözüm getirip
getiremeyeceği sorgulanabilir.
(b)
Modern
kültürde bireysellik sorunu, modern insanın kendi tarihinin zaman içinde
kendisi hakkında yaydığı ve kesinlik ifade eden bu çeşit yargılara dairdir.
Rönesans’da bireyselliğe yapılan muazzam vurgunun,
sadece Hıristiyan toprağında yetişebilecek bir çiçek olduğu açıktır, çünkü
klasik kültür -ki Rönesans’ın sözde avdet ettiği yerdir- böylesi bir vurgudan
tümüyle yoksundur.
İtalyan
Rönesansı insanoğlunun özgürlüğü ve itibarı hakkındaki görüşlerini oluşturmak
üzere, esas itibariyle Yeni-Eflatuncu kavramlardan yararlanır.
Ama bu kavramlar, bireysellik fikrini Hıristiyan
görüşün böyle olduğu varsayılmadan hasıl edilemezdi.
Rönesans, Hıristiyanlığın ilahi takdir doktrinlerine
karşın, insan ruhunun özgürlüğünü tasdik ve tesis etmeyi amaçlar.
Pico della Mirandola,
insan ruhunun özgürlüğünü Eflatunculuktan aldığı kavramlarla yüceltir.
Ona göre, Tanrı,
insana, “İradi olarak benimsediğin sürece, sadece sen herhangi bir kısıtlamaya
tabi değilsin.
Seni dünyanın
merkezine koydum ki, etrafa kolayca bakabil ve içindeki her şeyi gör.
Seni ne dünyevi, ne
ilahi, ne ölümlü, ne ölümsüz bir mahluk olarak yarattım ki, kendi kendinin
yaratanı ol ve istediğin şekle gir,” demiştir.
Klasik düşünce,
Rönesans tarafından, insanı zayıf ve bağımlı olarak gören Hıristiyan
düşüncesine insanın eşsizliğini ve özgür ruhunu vurgulayarak meydan okumak
üzere kullanılırken, klasisizmin -Rönesans’ın çok değer verdiği- bireysellik
kavramını öneremediği açıktır.
Bu görüş, kısmen
Hıristiyan mirası, kısmen de orta sınıf bireyin Orta Çağ dünyasının tarihsel ve
geleneksel bileşimi, şablonu, kısıtlamaları ve baskısından neşet etmiş olmasına
dayanan bir görüş olarak kabul edilmelidir.
Bu orta sınıf birey,
kendini kendi kaderinin efendisi hissederek sabırsızlandı ve hem klasik hem
Orta Çağ yaşantısından sıkıldı ve denilebilir ki, sosyal bağlamda tesis ettiği
bireyselliğini Orta Çağ tesanütünü ortadan kaldırır kaldırmaz kaybetti.
Kendini, tarımsal
dünyanın hiç bilmediği kadar insanı esir alan, karşılıklı mekanik bağımlılıklar
ve topluluklar yaratan, teknik bir medeniyetin erbabı olarak buldu.
Dahası, ne toprakla
uğraşan birinin organik terimleri, ne de teknik bir toplumun mekanik
terimleriyle, kimse orta sınıf bireyciliğinin sanıldığı kadar kusursuz/eksiksiz
ve sağduyulu olduğunu iddia edemez.
Felsefi konular çerçevesinde
değerlendirilirse, orta sınıf bireyselliğinin temeli sağlam değildir.
Sadece ilk kez ifade
bulduğu Eflatunculuk ve Yeni-Eflatunculuk itibariyle değil, On Sekiz ve On
Dokuzuncu yüzyılların natüralizmi itibariyle de sağlam değildir.
İdealizm, insanoğlunun özgürlüğünü ve aşkın
varlığını vurgulayarak başlar, ama bireyi rasyonel kavramların evrenselliğinde
ve sonuç itibariyle ilahi olanın tefrik edilmemiş bütünlüğünde kaybeder.
Natüralizm, doğal
çeşitliliği ve özelliği/özgünlüğü vurgulayarak başlar.
Nitekim bu coğrafi
çeşitliliğin etkisiyle sosyal ve ahlaki alışkanlıkların çeşitlilik arz eden
formlarını resmetmek, Montaigne’in ilgi alanı olmuştu.
Ne var ki, doğadaki
çeşitlilik bireyselliğin çeşitliliği kadar zengin değildir.
Bireyselliğin ne saf zihinde, ne de saf doğada
yeri vardır.
İdealistler bireyselliği mutlak zihinde
yitirirken; natüralistler konuyla psikolojik bağlamda uğraşıp “öz bilinç
akışı”nda, sosyolojik bağlamda düşünüp “hareket kanunları” çerçevesinde
yitirirler.
Böylece, Rönesans ve On Sekizinci yüzyıl
bireyciliği, tıpkı orta sınıf özgürlükçü idealizminin siyasi olarak
parçalanarak faşist ve Marksist kolektivizmine yenik düştüğü gibi, kültürel
olarak dağılır.
Sahici bireyselcilik,
sadece insan bireyselliğinin tarihin tüm organik formlarında ve sosyal
gerilimlerindeki hakkını vererek, sonuç itibariyle her sosyal ve tarihsel
durumun üstesinden kendini aşmak suretiyle gelip en yüksek mertebeye
erişebilmiş olmasını takdir eden dinsel ön kabul çerçevesinde sürdürülebilir.
İnsanoğlunun hem bir
yaratık hem Tanrı’nın çocuğu olduğu çelişkisi, tarihsel baskılara rağmen ayakta
duracak kadar güçlü ve sosyal yaşamda organik dayanışmanın hakkını verecek
kadar gerçekçi bir bireysellik kavramı için gereken ön kabuldür.
(c)
“Kötü”
sorununu iyimser bir yaklaşımla ele alması, modern antropolojide kesinlik
kazanan son meseledir.
Modern insanın
vicdanı temel olarak rahattır ve hiçbir şey, modern kültürün çok yönlü ve
akortsuz/uyumsuz söylemini, modern insanın insanoğlunun günahkâr olduğuna dair
Hıristiyan görüşüne oybirliğiyle karşı çıkması kadar ahenkli/uyumlu hale
getiremez.
İnsanoğlunun, özünde ve iradi olarak günahkâr olduğu
fikri, evrensel olarak reddedilir.
Modern insan için Hıristiyan akidesini önemsiz kılmış
gibi görünen işte bu reddediştir ki, inanılmazlığına dair herhangi bir
görüşten/inançtan çok daha önemli bir gerçekliktir.
Şayet modern kültür insanoğlunu öncelikle akli
melekesinin eşsizliği itibariyle kavrıyorsa, onun içindeki kötülüğün kökünü,
dürtülerine ve doğal gereksinimlerine teslim olmasına vererek akli melekesini
artırmak suretiyle kurtarmayı umut eder.
Temelde
Eflatuncu olan bu görüş, pek çok sosyal ve pedagojik teoriye, hatta Eflatuncu
değil, sözde natüralist teorilere bile nüfuz etmeyi becermiş gibi görülür.
Öte yandan, şayet modern kültür insanoğlunu öncelikle
doğayla ilişkisi itibariyle kavrıyorsa, onu ruhsal yaşamı itibariyle içine
sürüklediği şeytani kaostan çekip doğanın ahengi, dinginliği ve masum
bütünlüğüne kavuşturmak suretiyle kurtarmayı umut eder.
Mekanikçi rasyonalistler ile Fransız aydınlanmasının
Rousseauvari romantikleri, bu konuda aynı zemini paylaşır gibi görünürler.
Özde iyi olan ya rasyonel insan ya da doğal insandır.
Dolayısıyla,
insanoğlunun kurtuluş için yapması gereken ya doğanın kaosundan zihnin ahengine
terfi veya ruhun kaosundan doğanın ahengine tenzildir.
Kurtuluş stratejilerinin birbiriyle çeliştiği gerçeği,
modern insanın yaşamındaki “kötü” meselesine çözüm bulmaktan ne kadar uzak
olduğunun kanıtıdır.
Modern iyimserliğin
bir diğer sonucu, ifadesini gelişmede/ilerlemede bulan tarih felsefesidir.
Modern insan, bir tür
mükemmel topluma doğru ya doğanın özünde var olan bir güçle veya rasyonalitenin
yavaş yavaş yaygınlık kazanmasıyla ya da kötünün belirli kaynaklarının, mesela
rahipliğin, müstebit yönetimlerin ve toplumdaki sınıfsal bölünmenin tasfiyesi
suretiyle yol alabilir.
Gelişme/ilerleme fikri
pek çok unsurun alaşımıdır.
Modern kültürün
tümüyle bihaber olduğu bu unsurlardan, özellikle birinin üstünde durmak önem
arz eder.
Gelişme/ilerleme,
sadece Hıristiyan kültür zemininde mümkündür ve Yunanlıların anlamsız tarihine
karşın, İncil’deki kıyamet ve İbranilerin anlamlı tarih algısının
sekülerleştirilmiş versiyonudur.
Nitekim insanoğlunun günahkâr olduğuna dair
Hıristiyan doktrini bertaraf edilmek suretiyle Hıristiyan felsefesinin karmaşık
bir unsuru ortadan kalktığına göre, tarihsel süreci biyolojik süreçle
olabildiğince ilişkilendiren, insanoğlunun eşsiz özgürlüğünün hakkını verirken,
bu özgürlüğü şeytani bir biçimde kullanabileceğini kabul eden, yalın bir tarih
tefsirinin yolu açılmıştır.
Bu iyimser yaklaşıma
hem bireysel hem toplumsal girişimler itibariyle, kötümser tepkiler var elbet.
Söz konusu kötümserlik
Hobbes’un mekanikçi natüralizmi ile Nietzsche’nin romantik natüralizminde iyice
ortaya çıkar.
Nietzsche düşüncesinin
modern meyvelerinden biri Freudcu kötümserliktir.
Freud’un insan doğası
hakkındaki görüşleri iyi değildir, ama bu kötümserliğe karşın vicdanı rahattır.
Hıristiyan düşüncesinin günahın özü olarak
gördüğü bencillik ve iktidar hırsı -ki orta sınıf liberalizmi itibariyle yeni
bir eğitim veya yeni bir sosyal kurum vasıtasıyla giderilmesi gereken bir
kusurdur- normal ve kurala uygundur.
İnsanoğlunun iktidar
hırsını Hobbes kabul eder, Nietzsche göklere çıkarır.
Hobbes’a göre,
siyaset, bireyin bencilliğine karşı avantajlıyken, devletin temsil ettiği
kolektif benciliğe karşı avantajdan yoksundur.
Nietzsche’de ise
değerlerin yeniden değerlendirilmesinin -ki insan yaşamının özelliğidir-
yaşamla yaşamın çatışması en yüksek idealdir.
Hobbes kinizmi ile Nietzsche
nihilizminin siyasi yaşamdaki kaçınılmaz sonuçları malum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder