İNSANIN SORU SORMASININ GEREKÇESİ NEDİR ?
Atinalı Sokrat (İÖ 469–399)
uzlaşmaz karşıtlıklara meydan okumanın spekülatif filozoflar için yarattığı
ikilemle başa çıkmanın yolunu ararken, Küçük Asya kıyılarından Sicilya’ya kadar
Grekçe konuşan dünyaya yayılmış olan felsefi hareketlilik, Atina’da yoğunlaşarak,
önderlerinden biri olan Perikles’in ifadesiyle “Hellas okulu” haline gelir.
Atinalı bir taş ustasının
oğlu olan Sokrat’ın Atina’nın felaketiyle sonuçlanan Sparta Savaşı’nda -temayüz
etmese bile- cesaretle savaştığı anlaşılmaktadır.
Felsefe eğitimi de gören
Sokrat -spekülatif düşünceyi uygulamaya koyanları içine düştükleri tuzaktan
kurtarmak üzere- belirli bir soru sorma yöntemini, bir diğer ifadeyle, “yaygın
ve fakat gelişigüzel görüşleri yoğun akılcı sorgulamaya tabi tutma yöntemini”
benimser.
Zaman içinde, hemşerileri,
onun geleneksel görüşlere sürekli burnunu sokmasını sadece sıkıcı değil,
tehditkâr bir tutum olarak görmeye başlarlar ki, bu durum, Sparta yenilgisi
sırasında ve sonrasında siyaseten yönünü şaşırmış olan şehirde, bir tür Atina
karşıtlığı olarak algılanmakta gecikmez.
Sokrat’ın, kötülüğüyle ünlü
münafık Alcibiades dahil, şaibeli bir grup zengin ve genç adamla ilişki içinde
olması da itibarını zedeler ve sonunda, yeni görüşler ihdas etmek ve Atina
gençliğini kötü yola sevk etmekle suçlanarak yargılanıp ölüme mahkûm edilir.
Duruşmanın aşağıda sunulan tasvirini öğrencisi
Eflâtun, Apologia’da (Savunma) kayda geçirir.
Duruşmanın halka açık
olarak yapıldığı düşünülürse, Apologia’da Sokrat’a atfedilen ifadelerin
savunma sırasında Sokrat tarafından gerçekten dile getirildiği kabul
edilebilir.
Sokrat’ın
Savunması
Eflâtun
Doğrusu Atinalılar,
Meletos’un bana yüklediği kötülüklerin suçlusu olmadığıma inandırmak için sizi,
saptamamı uzatmam gerektiğini sanmıyorum; dediklerim yeter.
Ama daha önce de
söylediğim gibi, bana karşı beslenen düşmanlıklar, günüler sayısız; iyi bilin,
doğrudur bunlar.
Suçlu diye yargılı
olursam, işte bunlar yüzünden olurum, bu yüzden yitiririm.
Ne Meletos, ne de
Anitos yüzünden.
O leke sürmeler, şu
bir yığın adamın çekemezliği yok mu, nice nice kişilerin yok olmalarına yol
açtı, daha da açar elbet; öyle ya bu kötülük gelip bana dayanmakla kalmaz ki.
Belki şöyle diyecek
biri bana: “Peki Sokrat, seni böyle ölüme sürükleyecek bir yaşam sürmekten
utanç duymuyor musun?”
Bu adama şu doğru yanıtla karşılık
verebilirim: “Yanılıyorsun gönüldeşim.
Bir adamın değeri ne denli az olursa olsun,
ölür müyüm, kalır mıyım diye düşünmemelidir o adam.
Bir iş görürken doğru
mu eğri mi davrandığını, yiğit bir adam gibi mi, yoksa ödlek bir adam gibi mi
davrandığını düşünmelidir yalnız.
Sana kalırsa, Troia’da
ölen yarı-tanrıların hepsini, bu arada onursuzluğa karşı her türlü sakıncayı
göze aldığı için, özellikle Thetis’in oğlunu bönlükle damgalamak gerekir.
Onun Hektor’u bir ayak
önce öldürmek için ivecenlik ettiğini gören anası, tanrı kadın, yanılmıyorsam
aşağı yukarı şu sözleri söylemişti ona: “Oğlum, arkadaşın Patroklos’un ölüm
öcünü alırsan, yok edersin Hektor’u, şunu bil ki sen de öleceksin; çünkü şıpın
arkasından yargı bekliyor seni, tanrı dileği böyle buyuruyor.” Bu öğüt ölüme,
sakıncaya kulak asmamaktan alıkoymadı onu; gönüldeşlerinin öcünü almadan, alçak
olarak yaşamaktan daha çok korkuyordu.
“Şurada, şu gibi, maskara gibi durmaktansa,
öcümü alayım düşmanımdan, sonra ben de öleyim!”
Ölüme, sakıncaya bana
mısın, dedi mi o?
En doğru davranış,
Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin yaraşık bulup
seçtiği, ister komutanının gösterdiği yerde sakıncaya karşı dayatmak,
diretmektir bence; ölümü, ona benzer daha nice sakıncaları değil, ancak onuru
göz önünde tutmalıdır insan.
Atinalılar, benim için
de bundan başka türlü davranmak, çok garip bir çelişmeye düşmek olurdu; çünkü Potidea’da,
Amphipolis’te, Delion’da, seçtiğiniz komutanların gösterdikleri yerde, her
türlü ölüm sakıncası karşısında bütün gözü pekliğiyle duran ben, şimdi tanrı beni,
kendimi ve başkalarını incelemek, sınamak için filozoflukla görevlendirdiğinde
ölüm ya da başka bir şey korkusuyla işimi bırakıp nasıl kaçardım?
Böyle bir tutum
gerçekten ağır bir suç olurdu.
Kendimi bilge sanarak
ölüm korkusuyla tanrı buyruğuna baş eğmeseydim, o zaman pek haklı olarak yargı yerine
çağırılabilir, tanrıların varlığını yadsımaktan suçlandırılabilirdim.
Çünkü ölüm korkusu,
Atinalılar, kişinin gerçekte bilge değilken kendini bilge sanması değil midir?
Kişinin bilmediğini
bilir sanması değil midir?
Gerçekte, kimse
bilmiyor ölümün ne olduğunu; insana vergi en büyük iyiliktir belki ölüm; ama en
büyük kötülükmüş gibi korkuluyor ondan.
Bilmediğimiz bir şeyi
bildiğimizi sanmak kınanacak bir bilgisizlik değil midir?
Birçok insanlardan
işte bu bakımdan ayrımlıyım yargıçlar; bir takım işlerde başka birinden daha
bilge olduğumu demeye dilim varmıyorsa bundandır.
Öyle ya, ben öteki
dünyada olup bitenleri yeterince bilmeyerek, biliyor düşüncesine kapılmıyorum.
Ama tanrı olsun, insan
olsun kendimden daha iyi birine kötülük yapmanın, boyun eğmemenin kötü ve
utanılası olduğunu biliyorum.
Kötülük olduğunu iyice
bildiğim şeylerden korkarım; ama iyi olmadığını kestirmediğim şeylerden ne
korkar, ne de çekinirim.
Beni koyuverseniz
bile, beni sizin karşınıza çıkarmamak gerektiğini ya da çıkarılırsam yüzde yüz
ölüme yargılı kılmanız gerektiğini -çünkü ölüm cezası verilmezse çocuklarınız
Sokrat’ın öğütlerini dinleyerek büsbütün baştan çıkacak, bozulacaklardır-
söyleyen Anitos’u dinlemezseniz; bu sav üstüne bana: “Sokrat Anitos’u
dinlemeyerek salıvereceğiz seni, ancak bir koşulla, artık bundan böyle
insanları sınamayacak, sorguya çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu
yerine getirmezsen öleceksin” deseniz; söylediğim gibi, beni bu koşulla
salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi: “Atinalılar, saygı ve sevgim vardır
sizlere, ama ben size değil, tanrıya boyun eğerim daha çok, son soluğuma değin,
elimden geldiğince felsefe ile uğraşmaktan, sizleri buna yöneltmekten,
felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım.
Kiminle karşılaşırsam, alışkanlığım üzere,
şöyle diyeceğim ona: ‘Sen ki gönüldeşim, Atinalısın, dünyanın en büyük,
bilgeliğiyle, gücüyle en çok ün salmış kentin hemşerisisin, paraya, şana, onura
bunca önem verirsin, sıkılmaz mısın bundan, yüzün kızarmaz mı?”
İçinizden biri bana
karşı koyup bu saydıklarıma önem verdiğini ileri sürerse, yakasını
bırakacağımı, onu salıvereceğimi sanmayınız; sınayacağım, sorguya çekeceğim
onu, ince eleyip sık dokuyacağım, o ne derse desin, erdemli olmadığını
anlarsam, kendisini değeri çok olana az değer verdiğinden, değeri az olana çok
değer verdiğinden ötürü utandıracağım onu.
Karşıma çıkan kim
olursa olsun, böyle yapacağım, genç olsun, yaşlı olsun, yerli olsun yabancı
olsun; ama özellikle hemşerilerime böyle davranacağım, çünkü sizleri kendime
daha yakın duyuyorum.
Şunu da iyi biliniz ki, tanrının buyruğudur
bu; tanrının buyruğunu yerine getiren benden başka hiç kimse şimdiye değin
bundan daha büyük bir çaba, iyilik göstermemiştir kentimize.
Çünkü benim sokaklarda
dolaşarak genç yaşlı hepinizi bedeninize, paraya pula değil, her şeyden önce
canın, tinin eğitimine, yetkinliğine önem vermeniz gerektiğine inandırmaktan
başka bir ereğim yok.
Bakın gene söylüyorum
size, zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem, ama zenginlik, genel olsun
özel olsun her türlü iyilik ancak erdemden gelir.
Bunları söyleyerek
gençliği baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam, yukarıda andığım
özdeyişlerin dokuncalı olduğunu benimsemek gerekir.
Ama biri çıkıp da öğrettiğim şeylerin bunlar
olmadığını ileri sürerse yalan söylemiş olur.
Bunun burasında şöyle
diyeceğim size Atinalılar: “İster dinleyin, ister dinlemeyin Anitos’u, ister
salın, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem
gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder