TARİH FELSEFESİ
Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), On Dokuzuncu yüzyılın en nüfuz sahibi bilim adamlarından biridir.
Prusya’nın “saray filozofu” olarak tanınsa da
etkisi Prusya’nın çok ötesine yayılmıştır.
1818’den başlayarak, Berlin Üniversitesi’nde
verdiği bir dizi dersle olgunlaştırdığı ve “diyalektik” olarak bilinen yeni mantık
sistemi, mantığı sadece bir düşünce aracı olarak değil, gerçekliğin örüntüsü
olarak savunur.
Hegel’in tarihsel süreçlere uyguladığı diyalektik
anlayış, ders notlarının öğrencileri tarafından bir araya getirilmesi
suretiyle, Tarih Felsefesi Dersleri adı altında, ölümünden sonra
yayınlanmıştır.
Hegel, temel
olarak tarihte özü gelişme olan bir örüntünün olması gerektiğinden hareket
eder.
Bu gelişme diyalektik bir gelişmedir ve
-Aydınlanma’nın iyimserliğine karşın- içinde önemli oranda kötülük ve acı
barındırır.
Marx’ın, tarihteki sınıf mücadelesi teorisini
Hegel’in diyalektiğine dayandırdığı bilinen bir gerçektir.
Almanya’nın İkinci Reich dönemindeki siyasi
düşünürleri ve daha sonra faşistleri, onun devleti idealleştirmesinden yoğun
bir şekilde faydalandı.
Hegel, 1818’de Berlin’de başladığı felsefe
öğretmenliği ile ün kazandı.
Aşağıdaki seçmeler, Hegel’in 1822-1831 yılları
arasında Berlin’de verdiği derslerden alınmış olup, ölümünden sonra öğrenci
notlarından faydalanılarak yayınlanmışlardır.
Hegel’in “mantık” ve “özgürlük” kelimelerini
kendine has kullanımına özellikle dikkat ediniz.
Tarih Felsefesi
Üzerine Dersler
Tıpkı ruhun kılavuzu
Merkür gibi, İdea, gerçekliğin içindedir, insanların ve dünyanın lideridir.
Bu kılavuzun mantıklı
ve gerekli iradesi olan Tin, dünya tarihindeki olayları yönlendirmiş olup hâlâ
da yönlendirmektedir.
Şimdi amacımız, Ruh’un
bahsi geçen rehberlik göreviyle tanışmaktır.
Felsefenin tarih
tefekkürüne kattığı tek düşünce, yalın bir Mantık kavramı; Mantık’ın “Dünyanın
Hâkimi” olduğu ve dolayısıyla, dünya tarihinin mantıklı bir süreç olduğudur.
Bu inanç ve sezgi, bu
haliyle tarih alanında bir hipotezden ibarettir.
Felsefede ise hipotez
değildir.
Felsefede, spekülatif
bilişin kanıtladığı şekliyle Mantık -ki burada bu terimi kullanmak bize Evrenle
ilahi bir varlık arasında kurulan bağı araştırmaksızın yeterli olacaktır- Sonsuz
Güç olmakla birlikte; kendi Sonsuz Madde’siyle, aynı zamanda Sonsuz Biçim
olarak, hayat verdiği tüm doğal ve ruhsal yaşamın altında yatan ve bu Madde’yi
harekete geçiren bir Öz’dür.
Bir bakımdan, Mantık
tüm gerçekliğe ait varoluşun ve yaşam buluşun içinde yer aldığı ve kendini
yarattığı Evren’in özüdür.
Diğer bakımdan,
Evren’in Sonsuz Enerjisi’dir; zira Mantık gerçekliğin dışında -nerede olduğunu
da kimsenin bilmediği- yer alan salt bir niyet, insanoğlunun zihninde yer alan
ayrı ve soyut bir şey olmayıp, salt İdeal’den öte bir şey yaratamayacak kadar
da kudretsiz değildir.
Eğer Evrensel Tarih
çalışmasına başlamak üzereyken Mantık fikri zihinlerimizde hâlâ netlik
kazanmamışsa, en azından kesin ve sarsılmaz bir şekilde, Mantık’ın var olduğu,
us ve bilinçli istem Dünyası’nın şansa terk edilmediği ve özfarkındalığa sahip
İdea’nın ışığında kendini göstermek zorunda olduğu inancına sahip olmamız
gerekir.
Ruh’un doğası, onun
tam zıddı olan Madde’ye bakılarak anlaşılabilir.
Diğer yandan,
Madde’nin özü Çekim olduğu için, Ruh’un özünün Özgürlük olduğunu iddia
edebiliriz.
Madde kendi dışında
bir öze sahiptir fakat ruh kendi içinde bir varoluş barındırır.
İşte bu, tam olarak
Özgürlük’tür.
Çünkü eğer bir şeye
bağlıysam ve varlığım benim dışımda bir şeye atfediliyorsa, dışsal şeylerden
bağımsız olarak var olamam.
Aksine, varlığım kendime
bağlı olunca özgür olurum.
Ruhun varlığının bu
kendi kendine yetme durumu, kişinin kendi varlığına dair öz bilinçliliğinden
başka bir şey değildir.
Bilinçlilik konusunda
iki şey ayırt edilmelidir: Bunlardan birincisi, biliyor olmam gerçeği; ikincisi
ise ne bildiğimdir.
Öz bilinçlilikte Ruh
kendini bildiği için bu ikisi birleşir.
Bu, kendi doğasının
değerini bilmesine yol açar.
Bunu bilmesi ise
kendisini gerçekleştirmesini sağlayan bir enerji olur ve potansiyel olarak ne
ise, fiilen o olmasına yol açar.
Bu soyut tanımlamadan
hareketle, Evrensel Tarih’in, Ruh’un kendisinin potansiyel olarak ne olduğunu
çözme sürecindeki dışavurumu olduğu söylenebilir.
Nasıl tohum ağacın tüm
doğasını, meyvelerinin şeklini ve tadını içinde taşıyorsa, Ruh’un ilk zerreleri
de aslında Tarih’in tümünü bünyesinde taşır.
Dünya Tarihi, Özgürlük
bilincinin gelişiminden başka bir şey değildir.
Bu gelişim doğasının
gerektirdiği bir durumdur ve bizim görevimiz de bunu incelemektir.
Özgürlük
bilinçliliğinin çeşitli aşamalarına dair yukarda verilen açıklama -ki en
başta biz her insanın (insan olan insanların) mutlak olarak
özgür olduğunu biliyorken, Doğulu ulusların sadece bir kişinin, Yunan ve Roma
Dünyası’nın ise sadece bazılarının özgür olduğunu düşünmeleri gerçeğinde bunu
görebiliriz- bizi Evrensel Tarih’in doğal bölünmesi hakkında bilgilendirir ve
bize nasıl tartışılması gerektiğine dair fikir verir.
Tarihteki önemli insanların belli amaçları
Dünya Ruhu’nun (Weltgeist) istekleri olan önemli konuları da kapsar.
Bu kişiler, uğraş ve
amaçlarını mevcut düzenin onayladığı, sakin ve düzenli bir gidişattan değil,
duyularla algılanabilen bir varlığa sahip olmayan gizli bir kaynaktan aldıkları
ölçüde Kahraman olarak adlandırılabilir.
Bu kaynaktan gelen ve
yüzeyin altında saklanmış olan iç Ruh, dış dünyayı bir kabuğu kırar gibi
parçalara ayırır.
Çünkü söz konusu
kabuğa ait olandan başka bir öz vardır.
Dolayısıyla bu
kişiler, yaşamlarının itici gücünü kendilerinden alan ve eylemleri ile bir
durum ve -sadece onların ilgi alanları ve işleri gibi gözüken- bir tarihsel
ilişkiler kompleksi üreten insanlardır.
Bu bireyler kendi
amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırken açığa çıkardıkları genel İdea’nın hiç
bilincinde değildi.
Aksine, pratik ve
politik insanlardı.
Ama aynı zamanda,
düşünen, zamanın gerekliliklerine vâkıf insanlardı.
Gelişimi olgunlaştıran
da buydu.
Şu da anlaşılmalıdır
ki, insan sahip olduğu bütün değere, yani bütün ruhsal gerçekliğe, sadece
Devlet sayesinde sahip olabilir.
Ruhsal gerçekliği buna
bağlı olduğu içindir ki, kendi özü, Mantık, onun için nesnel bir şekilde mevcut
ve ona göre doğrudan nesnel bir varlığa sahiptir.
Bu yüzden insan
tamamen bilinçlidir; bu sebeple adil ve ahlaklı, sosyal ve siyasi bir hayatın
ahlaki yapısında yer alır.
Çünkü Hakikat,
evrensel ve öznel İrade’nin birleşimidir ve Evrensel olan, Devlet’te,
kanunlarında, evrensel ve mantıklı düzenlemelerinde bulunabilir.
Devlet, Dünya’da var
olan Tanrısal İdea’dır.
Dolayısıyla Devlet’te,
Tarih’in amacını öncekinden daha belirli bir şekilde bulabiliriz; ki onda
Özgürlük nesnellik elde eder ve bu nesnelliğin zevkine vararak yaşar.
Çünkü Kanun Ruh’un
nesnelliğidir; iradenin gerçek biçimidir.
Sadece Kanu’na itaat
eden irade özgürdür; çünkü kendine itaat etmiş olur, bağımsız ve bundan dolayı
özgür olur.
Devletimiz yada ülkemiz
bir varlık topluluğu oluşturduğunda ve insanın öznel iradesi kanunlara
uyduğunda, Özgürlük ve Gereklilik arasındaki karşıtlık ortadan kalkar.
Nesnelerin özü ve gerçekliği olduğundan,
Rasyonel olanın zorunlu bir varoluşu vardır ve bizler bunu kanun olarak kabul
etmekte ve -varlığımızın özü olarak- takip etmekte özgürüzdür.
Böylelikle nesnel ve
öznel irade uzlaşır, özdeş ve homojen bir bütün oluşturur.
Devlet’in ahlakı, kişinin kendi kanaatinde
hüküm süren etik ve düşünce mahsulü türden olmadığı için, etik modern zamana
özgüyken, gerçek antik ahlaklılık kişinin görevine sadık olması ilkesine
dayanmaktadır.
Devlet Fikri’nin tam
anlamıyla gelişmesi Hukuk Felsefesi ile olmuştur; ancak zamanımızdaki
teorilerde, yerleşmiş doğrular olarak kabul edilen ve değişmez önyargı haline
gelmiş çeşitli hataların mevcut olduğu gözlemlenmelidir.
Bunlardan tarih
anlayışımızın hedefiyle ilişkili olanlara öncelik vererek sadece birkaçından
bahsedeceğiz.
Karşılaştığımız ilk
hata, “Devlet özgürlüğün gerçekleşmesidir” ilkesiyle, insanın doğası gereği
özgür olduğu, fakat -karşı koyulamaz bir şekilde içinde yer almaya itildiği-
toplumda ya da Devlet’te bu doğal özgürlüğü kısıtlaması gerektiği düşüncesinin
çatışmasıdır.
Bireysel iradeye saygı
duyulması ilkesinin siyasi özgürlüğün temeli olarak kabul edilmesi, yani Devlet
tarafından veya Devlet için siyasi yapının bütün üyelerinin onay vermediği
hiçbir şeyin yapılmaması, açık olarak söylemek gerekirse Anayasasız olmamız
anlamına gelir.
Devlet hakkında
şimdiye kadar ne söylendiğini özetleyecek olursak, onu oluşturan bireyleri
harekete geçiren temel ilkeyi Ahlak olarak adlandırabiliriz.
Devlet, kanunları,
düzenlemeleri üyelerinin haklarını oluşturur; doğal özellikleri, dağları,
havası, suları orada yaşayanların ülkesi, anavatanı, ve onların görünürdeki
mülkleridir.
Bu Devlet’in tarihi,
yaptıkları, atalarının ürettiklerinin hepsi bu kişilere aittir ve onların
hafızalarında yaşar.
Bunların hepsi o kişilerin malı olduğu gibi, o
kişilere de bunlar tarafından sahip olunur, çünkü varlıkları ve varoluşları
bunlardan oluşmaktadır.
Bu kanunların ve böyle
belirlenmiş bir anavatanın benimsenmesi kişilerin iradesinin bir ifadesi iken,
kişilerin hayal güçleri bu şekilde sunulan fikirlerle meşguldür.
Tek Oluş’u ve tek Halk
ruhunu meydana getiren şey bu olgunlaşmış bütünlüktür.
Her bir üye bu
bütünlüğe aittir; her birim Ulus’unun Oğlu’dur ve aynı zamanda ait olduğu
Devlet gelişme geçirdiği derecede Çağ’ının Oğlu’dur.
Kimse geride kalmaz, ancak
çok azı bunun ötesine geçebilir.
Bu ruhani Varlık
(yaşanılan Dönemin Ruhu) insanındır; insan onun temsilcisi, Ruh da insanın
kökeni ve yaşadığı yerdir.
Atinalılar arasında
Atina kelimesinin iki tane anlamı vardı: İlk anlamı, bir siyasi kurumlar kompleksi;
ikincisi ise Halkın Ruhu’nu ve birliğini yansıtan Tanrıça.
Sıradaki diğer nokta,
her bir Ulusal dehanın Evrensel Tarih sürecinde Tek Birey olarak
algılanmasıdır.
Çünkü tarih tanrısalın
sergilenmesidir, Ruh’un en yüce biçimleriyle mutlak gelişimidir,
aşamalandırmayla kendi bilincine ve gerçekliğine ulaşır.
Bu ilerleme
aşamalarının varsaydığı şekiller Tarih’in “Ulusal Ruhlarının” bir özelliği; bu
Ruhların ahlaki yaşamlarının, Yönetim, Sanat, Din ve Bilimlerinin kendine has
nüshasıdır.
Bu aşamaları gerçekleştirmek
Dünya-Ruhu’nun sınırsız dürtüsü ve karşı koyulmaz isteğinin hedefidir.
Organik elemanlara
bölünmesi ve her bir elemanın tam olarak gelişimi onun İdeası’dır.
Tarihte meydana gelen
dönüşümler uzun zamandır daha iyiye ve mükemmele doğru bir ilerleme olarak
nitelendirilmiştir.
Doğa’da gerçekleşen
değişimler -ne kadar çeşitli olursa olsun- daima kendini tekrar eden bir
döngüden ibarettir.
Doğada “güneşin
altında yeni bir şey yoktur” ve fenomenlerin şimdiye kadar oynadığı çok biçimli
oyunu can sıkıntısı hissi uyandırır.
Sadece Ruh alanında
gerçekleşen değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar.
Akıl dünyasındaki bu
hususiyet, insanın durumunda, tüm değişimin tekrardan intikal ettiği her zaman
tek ve aynı sabit karakteri -yani daha iyiye yönelik değişim için gerçek
kapasiteyi- bulduğumuz doğal nesnelerinkinden tamamen farklı bir kadere,
mükemmellik dürtüsüne işaret etmiştir.
Gelişim ilkesi,
kendini gerçekleştirmek için çabalayan bir kapasite veya olasılık olan gizli
bir tohumun varlığını da gerektirir.
Bu biçimsel kavram
asıl varlığını tiyatrosu, mülkiyeti ve uygulama alanı olarak Dünya Tarihi’ne
sahip olan Ruh’ta bulur.
Ruhun doğası
rastlantıların gelişigüzel oyunu ortasında ileri geri atılacak türden değildir,
aksine, beklenmedik olaylardan kesinlikle etkilenmeyen ve hatta onları kendi
amaçları için uygulayan ve yöneten, nesnelerin mutlak bir belirleyicidir.
Gelişim (doğal
organizmaların) doğrudan, karşı konulmaz ve engellenemez bir şekilde
gerçekleşir.
İdea ve onun
gerçekleşmesi -orijinal tohumun oluşumu ve ondan kaynaklanan varlığın ona uyum
sağlaması- arasında hiçbir rahatsız edici etki müdahale edemez.
Fakat Ruh söz konusu
olunca durum tamamen başkadır.
Onun İdeası’nın
gerçekleşmesi bilinçlilik ve irade aracılığıyla sağlanır ve bu beceriler ilk
önce temel doğal yaşamlarının içine gömülüdür; çabalarının ilk amacı ve hedefi,
sadece doğal kaderlerini gerçekleştirmektir.
Ancak buna (doğal
kaderin gerçekleşmesine) hayat veren Ruh olduğu için, pek çok çekimden
etkilenir ve büyük güç ve ahlaki zenginlik sergiler.
Bu yüzden Ruh kendi
kendisiyle savaş halindedir ve en güçlü engeli olan kendisini alt etmek
zorundadır.
Doğa’nın alanında
gerçekleşen gelişim sakin bir büyümedir; Ruh’un alanındaki ise kendisiyle
şiddetli ve güçlü bir çatışma içerisindedir.
Ruh’un uğraştığı şey
aslında kendi İdeal oluşunu gerçekleştirmektir; ancak böyle yaparak bu hedefi
kendi görüşünden saklar ve bu kendine yabancılaşmadan memnuniyet ve gurur
duyar.
Bu nedenle,
genişlemesi, organik yaşamda olduğu gibi sade bir büyümenin zararsız
sakinliğini arz etmemektedir, aksine, kendine karşı olmada isteksiz bir geminin
kıçı gibidir.
Dahası, sade biçimsel
bir gelişim kavramı yerine belli bir sonuca ulaşılmasını ortaya koyar.
Başta belirlediğimiz
gibi, ulaşılması hedeflenen, bütünlüğüyle ve asıl doğasıyla Ruh’tur, yani
Özgürlük.
Daha önce de
açıklandığı gibi, Evrensel Tarih, Özgürlüğün bilincinin Ruh tarafından
geliştirilmesini ve sonuçta bu Özgürlüğün gerçekleşmesini göstermektedir.
Bu gelişim bir derecelendirme -Özgürlüğün
İdeası’ndan kaynaklanan, gittikçe artan yeterlilikte bir ifade veya tezahürler
dizisi- gerektirir.
İdea’nın mantıksal ve
-daha belirgin bir şekilde- diyalektik doğası, yani hür iradesi olması, sırayla
aştığı ardışık formlarının olması ve bu önceki aşamaları aşma süreciyle olumlu
-ve aslında- daha zengin ve daha somut bir şekil kazanması, doğasının bu
gerekliliği ve İdea’nın art arda üstlendiği gerekli, saf ve soyut formlar
dizisi, Mantık şubesinde sergilenir.
Biz burada bu
sonuçların sadece birini benimsemeliyiz, yani süreçteki her adımın bir
diğerinden farklılık arz ettiğini, kendine has belirli bir ilkesi olduğunu.
Tarihte bu ilke,
Ruh’un ayrıksılığıdır, kendine özgü Ulusal Deha’dır.
Somut bir şekilde
görünen ulus ruhunun bilincinin ve iradesinin her yönünü, gerçekleşmesinin tüm
devirlerini ifade edişi bu ayrıksılığın sınırlandırmaları dahilindedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder