19 Ocak 2023 Perşembe

 ORTAÇAĞDA FELSEFE - 1

 

Hıristiyanlık ve Felsefe

Hıristiyanlık, Antikite’de gelişmiş olan felsefî düşüncelere karşı 2 farklı strateji benimsemiştir.

Tarihsel sıra göz önünde bulundurulursa ilk strateji Katolik ikincisi ise Protestan olarak adlandırılır.

İlk stratejiyi benimseyenlerce İncil’in mesajları Yunan ve Helen felsefelerinin yardımıyla anlaşılır kılınmaya çalışıldı.

Ki böylelikle Hıristiyan İlahiyatı ortaya çıkmış oldu.

M.S. 1. yüzyıldan 12. yy’a kadar Stoacılık ve neoplatonculuktan beslenen Hıristiyan ilahiyatı 12. yy’dan itibaren Aristo felsefesine doğru yönelmiş ve bu anlayış Roma Katolik Kilisesinin de temelini oluşturmuştur.

Yunan ve Helen felsefesi, kendisinden sonra gelen Hıristiyan İlahiyatını kendi çizgisine uydurmaya çalışmıştır ve bunda başarılı olduğu da söylenebilir.

 Teslis inancı ve ruhun bedene karşı üstün oluşu gibi teleolojik doktrinler Helen (Neoplatoncu) felsefenin dili ile oluşturulmuştur.

Felsefe Neoplatoncu anlayışı gözden çıkarttığında dahi Hıristiyan İlahiyatı bu felsefenin dilini kullanmaya devam etti.

Hıristiyanlığın Felsefeye getirileri:

1. İnsanın evrenin merkezi olarak algılanışı.

(Yunan filozoflarında insan evrendeki yaratılmışlardan biridir oysa Hıristiyanlıkta dünyanın varoluş sebebi insanın kurtuluş mücadelesinin gerçekleştiği mekan olmasından ileri gelir).

2.Tarihe doğrusal bir bakış (Oysa Stoacılarda döngüsel bir tarih anlayışı vardır.

Olaylar birbirini yineliyordu.

Hıristiyanlıkta ise tarihin son noktası Hüküm Günü idi.

3.Tanrının, bir kişi ve yaratıcı olarak kavranışı.

Stoacı doğal hukuk ve Hıristiyanlık’taki Tanrının sözü evrensel hukuk olarak birbiriyle örtüşür.

M.S. 400 ve 1500 arası Ortaçağ Avrupası’ndaki siyasal sistem feodalizmdi.

Seküler iktidar Hıristiyan kilisesini doğal hukukun yorumcusu olarak kabul ettikten sonra hukuk kendi içinde bölündü.

Kilisenin temsil ettiği ‘doğal’ hukuk ve kralın temsil ettiği seküler bir Roma hukuku.  

Seküler idareyi meşru olarak eleştirebilecek bir kurum ortaya çıkmış oldu böylelikle.

İlk zamanlarda hıristiyan kilisesi seküler otoriteye itaat etmeyi öğütlemiştir.

5. yy’da her iki gücün de tanrıdan kaynaklandığını dolayısıyla da eşit derecede meşru olduğunu bildirerek, Kilise’yi müdafaa etmiştir.

 Aynı zamanda bu iki otoritenin de farklı görevleri olduğu söylenmiştir: Kilisenin ruhani; devletin dünyevi işleri vardır.

Ve bu iki otorite karşılıklı olarak birbirlerine yardım etmek durumundaydılar.

Fakat bu anlaşma teoride olası gibi gözükse de içinde bulunulan dönem içerisinde fiilen mümkün değildi.

Kilise’nin belli bir miktar seküler güce sahip olma gereksinimi ve seküler iktidarın da bir miktar ruhani güce ihtiyaç duyması bu anlaşmanın fiilen uygulanabilirliğini imkansız hale getirmiştir.

Augustine, Hristiyanlık ve NeoPlatonculuk arasında bir sentez yaratmıştır.

Hem her şeyi Tanrı insan için yaratmıştır hem de insan Tanrı suretinde yaratıldığı ve kurtuluşa yönelmesiyle yaratılışın mükemmel bir örneği olduğu için her şeyin merkezindedir.

Ona göre en güvenilir bilgi içsel bilgidir.

Duyusal deneyim ise kesin değildir.

İçsel varlık ise akıldışı dürtülerin, günahın, suçun ve bağışlanmaya duyulan özlemin mücadele alanıdır.

Bu içsel alanı kendi irademizle yönetemeyiz insanüstü (tanrısal) bir yardıma ihtiyaç duyarız.

Ruh insanda ilahi olanı temsil ederken; beden günahın kaynağıdır.

Kendimizi mümkün olduğunda bedenden kurtararak ruh üzerinde, yani içsel varlık üzerinde yoğunlaşmalıyız.

Böylelikle evrendeki varoluşun ruhani kaynağına yani Tanrı’ya yaklaşabiliriz.

Tanrı ve Şeytan arasındaki mücadele insanın içinde gerçekleştiği gibi, Augustine’e göre benzer mücadele tarihte de Tanrının şehri ve Yeryüzü şehri arasında geçer.

Aristo ve Platon’un devlet anlayışı gibi siyasal bir teori olarak bunu değerlendiremiyoruz.

İyi ve kötü arasında mücadele Kıyamet gününe kadar devam edene değin yeryüzü devleti gerekli bir kötüdür.

Çünkü insanın bozulmuş yaradılışı nedeniyle insanoğlunun kötülüğünü kontrol altında tutmak için güçlü bir yeryüzü devletine ihtiyaç vardır.

Bu yeryüzü devleti görüşü; insan ve toplum arasındaki ilişkiye dair Aristo’cu görüşten ayrılır.

Aristo’ya göre insan doğası gereği toplumsal bir varlıktı.

Ayrıca bu görüş, devleti mükemmel yaşama ulaşma yolunda ahlaki bir eğitici olarak kabul eden Platon’cu görüşten de ayrılır.

 Augistine’e göre, siyaset ahlaki açıdan kötü olanı kontrol etmenin otoriter bir aracıdır.

Günahtan önce tüm insanlar eşitti otoriteye ihtiyaç yoktu. Günahtan sonra güç kullanımını meşru kılmıştır.

Yeryüzü devleti otoritesini Tanrı’dan almaktadır. 

Vatandaşlar tıpkı Tanrı’ya itaat etmeleri gerektiği gibi bu yöneticilere de itaat etmek zorundadırlar.

Kilise ise bu yeryüzü devletinin denetleyicisidir.

Hıristiyan ilahiyatçılar arasında da epistemolojik açıdan farklı duruşlar vardır.

Augustine, kendi üzerine düşünme, içebakış, matematik ve mantık ilkeleri yoluyla kesin bilginin mümkün olabileceğini düşünmüş ve içsel yaşamımızın, mantık biçimlerinin dış dünyaya ve duyulara karşı epistemolojik üstünlüğünü vurgulamaya çalışmıştır.

İçsel yaşamlarımızın ve saf biçimlerin kesin bilgisine dair iddialar eş zamanlı olarak ebedi bir gerçek olan en yüksek varlığa, yani Tanrı’ya inanca dünyevi bir desteği ifade etmektedir.

Augustine’de, Tanrı’nın evreni yokluktan yarattığı düşüncesiyle bağlantılı olarak Musevi-Hristiyan bir yaratılış kavrayışıyla karşılaşırız.

Evren, Neo-Platoncular için olduğu gibi “Bir” olandan sonsuz bir akış olarak ve böylelikle evrenin gerçekten ‘bir’ olduğu ve bu akışın kendisini maddede yokluk olarak kaybettiği şeklinde anlaşılmaz.

Augustine’e göre Tanrı, evreni hem ruhani hem de maddi olarak, yoktan yaratan bağımsız ve ruhani güçtür.

 Bu demektir ki her şey aynı düzeyde değildir: Yaratan ve yaratılan birbirinden ayrıdır.

Panteizm dışarıda bırakılmış olur böylelikle.

Augustine ilk başlarda insana mutlak özgür irade atfedilebileceğini düşünmüştür: Davranışlarımız büyük oranda kendi irademize dayanmaktadır.

Tanrı’ya ulaşmayı ve O’nun sözünü izlemeyi arzulayabiliriz veya kasten O’nu izlemeyebiliriz; yani günahı seçebiliriz.

Fakat yaşamının ileriki yıllarında bunun tersini iddia etmiştir.

İrade hürriyeti sadece Adem’e aitti.

O da günah işleyerek seçimini yaptı.

Ondan sonra gelen bütün insanlar günahkar oldular.

Tüm bu işleyiş Tanrı tarafından önceden planlanmıştır.

Olmuş olan ve olacak olan her şey Tanrı tarafından önceden takdir edilmiştir.

Bir yandan Tanrı her şeyi önceden bilmekte; diğer yanda ise, insanlar özgürce hareket etmektedir.

Bu nokta çelişkili gibi gözükse de Augustine iki farklı zaman kavramından söz ederek bu durumu açıklamaya çalışır.

Evrensellik problemi adlandırması; evrensel kavramların, evrenselliğin varolup olmadıklarına ve eğer varsalar ne tür bir varlık biçimine sahip olduklarına dair Ortaçağda yapılan tartışmalara atıfta bulunmaktadır.

Fakat bu tartışmalar Ortaçağa özgü değildir.

Evrensellik problemindeki temel meseleler Platonculuk ve Aristoculuk arasındaki tartışmalarda da bulunabilir ve günümüzde bile geçerlidir.

Evrensellik Probleminde sıklıkla kullanılan iki terim 1. Universalia 2. Particularia.

Universalia evrensel kavramlara yani kahverengi dairesel gibi özellikler ile insan ve at gibi türlere işaret eder.

Particularia ise belli neslere işaret eder.

Yani “bu kahverengi kapı”, “şuradaki yuvarlak lamba” gibi…

Platon’un ideaları universalia ile yakından ilişkilidir (fakat Platon’un ideaları evrensel kavramlar olmaktan başka ayrıca idealdirler.

 Bundan başka Platon’un felsefesinde , particularia duyusal deneyim dünyasındaki ölümlü nesnelerdir.

Diğer yandan Aristo’da particularia tözlere karşılık gelir.

Universalia ise Aristocu anlayıştaki evrensel tözlere karşılık gelir.

Evrenseller probleminde farklı bakış açıları, universalia’nın ne oranda var olduğu sorusuna verdiğimiz yanıta bağlı olarak çeşitlilik gösterir.

Universalia’nın gerçek olduğunu iddia edenlere Realistler denmektedir.

Universalianın gerçekte varolmayıp sadece isimler olduklarını iddia edenlere nominalistler denir.

Bunlar iki aşırı ucu temsil eder ama arada daha ılımlı yaklaşımlar da vardır.

Realizm de kendi içinde Platonik realizm ve Aristocu realizm olarak ayrılabilir.

Platon’cu realizmde universalia tamamen bağımsız bir gerçekliğe sahiptir.

Ortaçağda nesneler öncesi evrensel olarak tabir edilmeye başlanmıştır çünkü insanlar da dahil olmak üzere eşyayı Tanrı kendi düşüncelerinden yaratmıştır.

Aristocu realizmde ise Aristo formların (universalia) belli şeyler (particularia) içinde varolduğunu söylemişti.

Düşüncenin de yardımıyla particularia vasıtasıyla universaliayı kavrayabiliriz.

 Adalet bağımsız bir varoluşa sahip değildir.

Fakat sadece adil olan toplum ve bireyler içinde var olur.

 Universalia’nın var ve gerçek olduğu söylendiği için bu duruş da realisttir.

Fakat burada ne universalia particulariadan üstün ne de ondan bağımsız olarak bulunabilir.

Daire evrenseli insanlardan önce varolmuştur ve onlar yok olduktan sonra da varlığını sürdürecektir; fakat daire evrenselinin varlığı yuvarlak nesnelere bağımlıdır.

Nominalistler ise kavramların bireysel bilinç içinde var olduklarını fakat asla bireysel bilinçten bağımsız olarak var olamayacaklarını söylerler.

 

Nesnelerden önce-ante res

Nesnenin İçinde-in rebus

Nesneden Sonra-universalia post res

 

Ortaçağda pek çok Hıristiyan filozof, realizmin Hıristiyanlıkla en çok örtüşen felsefe olduğunu düşünmüştü.

O zamanlar nominalistler heretik olarak kabul edilirdi.

İman ve akıl arasındaki ilişkiye dair görüşlerin evrensel hakkındaki tartışmada alınan duruşla bağlantılıdır.

Erken dönem ortaçağ felsefesinde realizm ön plandayken daha sonraları reformla beraber nominalizm gelişme kaydetmiştir.

Thomas Aquinas Aristo’nun çoğu eseri Batı Hıristiyan dünyasında bilinmiyordu.

Aristo M.S. 1200’lü yıllarda yeniden keşfedildi.

Aristo bir pagan olduğu için başlangıçta bu fikir hiç olumlu karşılanmadı ama sonunda Thomas Aquinas’ın-Hristiyanlık ve Aristo’culuğun bir sentezini yapan kişi-felsefesi Roma Katolik Kilisesinin en gözde felsefesi haline geldi.

Aristo’nun ilk nedeni Hıristiyan Tanrısıyla değiştirilmiştir.

Hıristiyanlık ve Aristoculuğun sentezi ahenk temini olarak tanımlanır.

Burada amaç, Tanrı ve dünyanın ahengini, iman ve aklın ahengini temin etmek.

Kavramlar nesnelerin içindedir görüşünü benimsemiştir.  

Evrenseller problemi içinde, Aquinas ılımlı kavramsal Realizmi benimsemiştir.

Kavramlar vardır, fakat sadece nesneler içinde.

Bilgimiz duyu izlenmiyle başlar, fakat nesnelerdeki evrensel ilkeleri soyutlama yoluyla kavrarız.

Örneğin evrenin daha yüce bir varlık tarafından yaratıldığını ve evrenin diğer yasalarını akıl yoluyla kavramamız mümkündür.

Akıl tarafından anlaşılması mümkün olmayan bazı şeyleri de inanç yoluyla kavrarız.

Tıpkı Aristo’da olduğu gibi Aquinas’ta da evren hiyerarşik olarak düzenlenmiştir.

Yine Aristo gibi, Aquinas da insanı toplumsal bir varlık olarak düşünmüştür.

İnsanların toplum içinde yaşamaları onların kendilerini gerçekleştirme becerilerinin bir koşuludur.

Bu yüzden siyaset insani niteliklerin gerçekleşmesine imkan veren doğal bir aktivitedir.

Siyasi ahlaki mertebe dini mertebeden belli oranda bağımsız olup, aynı zamanda dini mertebe yolunda da ilk adımı teşkil eder.

Aristo şehir devletini insanın kendisini gerçekleştirmesinin son aşaması olarak görürken, Aquinas’a göre son hedef ebedi kurtuluştur ve en üstün toplumsal ortam hukukun tanzim ettiği Hıristiyan toplumudur.

Hukuk ile ilgili olarak Aquinas, rasyonel düşünme yoluyla doğal hukukun kavranabileceğini iddia etmiştir.

Bu bütün rasyonel varlıkların, Hıristiyanların olduğu kadar Paganların da sahip olduğu bir yetenektir.

Doğal hukuk tek ve herkes için aynıdır.

Hıristiyanların Hıristiyan olmayanlara karşı avantajı vahiy yoluyla ilahi hukuk bilgisine sahip olmalarıdır.

Fakat ilahi hukuk temel olarak kurtuluşa aittir.

İyinin ne olduğunu bilmek konusunda ise Hıristiyanlar ayrıcalıklıdır. İyi tanrı tarafından irade edilir.

 İyi olanı kavramak rasyonel düşüncenin sorunu değildir, inancın sorunudur.

Ama bu tanrının rasyonel olmadığı anlamına da gelmez. 

Tanrı rasyoneldir, iyidir, iyi olanı arzular.

Devlet ve Kilise ile ilgili olarak Papa Gelasius’un iki güç öğretisini benimser.

Kilisenin ahlaki üstünlüğünün hukuki üstünlüğe dönüşmesi gerektiğini görüşünde değildir.

Devlet işlerinde Kilise liderliğine gerek yoktur.

Fakat toplum (akıl) ve Hıristiyanlık (iman) arasında mutlak bir ayrım yapılamaz.

Ruhani ve dünyevi işler belli oranda birbirine karışır.

Thomizm bir ontoloji felsefesidir.

Olmak kavramı “esse” felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Aquinas, bir şeyin olduğu gerçeği ile o şeyin ne olduğu arasında, yani varlık (existensia) ve öz (essentia) arasında bir ayrım yapar. Bir şey hakkında belirlenebilen, sınırlanabilen ve kavramsal olarak anlaşılabilen ve böylece tanımlanabilen o şeyin özüdür, yani onun ‘nelik’idir.

Fakat onun var olduğu gerçeği ve onun varlığı sadece doğrudan ve sezgisel olarak kavranabilir.

·        Olan her belirli şey var olan bir şey ve bir varlıktır (ens)

·         

·        Esse(oluş) ise bir varlığı varlık haline getiren özdür.

·         

·        Oluş (esse) ensten daha önemlidir.

·         

·        Oluş düşünce yoluyla ve varlıklar aracılığıyla kavranabilir ama anlaşılamaz burada insan kavrayışının sınırlı oluşuna bir gönderme vardır.

·         

Aristo ve Aquinas’ın, varlıkların hiyerarşik düzeni[1] ile ilgili görüşleri birbiriyle örtüşür Aquinas’ın görüşleri ile Neo-Platonculuktaki ilk nedenin Oluş’un kaynağı olduğu, sonradan oradan fışkırarak gittikçe karanlık ve yok-oluşa doğru ilerlediği hiyerarşik dünya görüşü arasında da belirgin paralellikler vardır.

Fakat bu hiyerarşi ile ilgili kurgularında, Aristo ve Aquinas, hiyerarşinin altından başlayıp yukarıya doğru adım adım çıkarken; Neo-Platoncuların ilk nedenden (Tanrı, idealar) yani hiyerarşinin en tepesinden başlayıp oradan aşağı doğru hareket eder.

Bir başka deyişle, Aristo ve Aquinas algılanabilir olgulardan yola çıkarak en üstün ilkeleri açığa çıkartmaya çalışırken; Neo-Platoncular en üstteki saf varlık (Tanrı)ya referansla algılanabilir olguları açıklamaya çalışır.

İki felsefi okul arasındaki bu ayrım evrensellik problemi ile ilgili görüşlerindeki farkta da yansıtılmaktadır.

Platonculuğa göre (Radikal kavramsal realizm), düşünce bütün varlıkların evrensel özelliğini kavrayarak evrenin özüne nüfus eder.

 Aristoculukta ise (ılımlı kavramsal realizm) belli olgulardaki biçimlerden daha evrensel özelliklere doğru daha dikkatli hareket edilir.

Aquinas’a göre insanlar en üstün maddi varlıklardır.

İnsan aynı anda hem beden hem ruhtur.

Bu bağlamda Aquinas, ruha kıyasla bedeni Neo-Platoncular gibi değersiz ve aşağı görmez.

Ruh beden karşısında bağımsızdır.

Ruh, bir hedef olarak iyinin ne olduğunu anlar (kavrama), ve insanlar bu iyiye doğru harekete geçer (irade).

Akıl burada iradeyi önceler ve ondan üstündür (Aquinas’ta ise tam tersi söz konusuydu).

Thomist bilgi görüşü, dünya hakkında bilgi edinebileceğimizi varsayması anlamında realist olarak tanımlanabilir (septiklerin aksine).

Bir yandan da duyusal deneyim ve deneyimlediklerimiz hakkında düşünme vasıtasıyla bilgi edinebileceğimizi iddia eder.

Bu noktada da Platon’un ideaların kavranmasının bağımsız bir yolu olduğunu vurgulayan görüşüyle ters düşmektedir.

Aquinas tam tersi bilginin duyusal deneyimle başladığına inanır. Duyularda var olmaksızın bir şey zihinde var olamaz.

Zihin vasıtasıyla duygusal izlenimlerden yola çıkarak olguların ortak özelliklerini tespit edebilir ve kavramlar üretebiliriz.

Aquinas evrensellerle ilgili probleme istinaden ılımlı realist bir duruşa sahiptir.

Ona göre, kavrayış belirli şeylerin duyusal deneyimi ile başlasa da, bu demek değildir ki; dolaysız deneyim zihnin kavramları bilmesinden daha üstün bir statüye sahiptir.

Aquinas; dünyevi toplumsal yaşamın, tıpkı beden ve işlevleri gibi, doğal ve esasında olumlu bir şey olduğunu düşünür.

Bu teleolojik bakımdan bunların da Tanrı tarafından yaratılmış şeyler olarak görüldüğü anlamına gelir.

İnsan doğasına dair Thomist düşünce, Hıristiyanlıktan ayrı olarak insanın iyi bir sosyal yaşam sürdürebileceğini ve yaşamın ahlaki normları üzerine büyük ölçüde bilgi edinebileceğini savlar.

Aquinas’ın ahlak felsefesinin önemli bir noktası insanların çeşitli biçimde gerçekleştirebilecekleri yeteneklere sahip olmalarıdır.

İyi davranışlar özellikle insan doğasını en iyi tamamlayan ve yetenekleri emen düzeyde gerçekleştiren davranışlardır.

Aquinas da doğal haklar geleneğinin bir temsilcisidir.

Evrensel ahlak yasalarının değişmez ve evrensel olarak bağlayıcı olduğunu düşünür.

İnsanlar bu yasaları ve ilkeleri farklı anlayabiliyor olmaları, bunların görece olduklarını değil, sadece onları anlama yetimizin yanılabilir olduğunu kanıtlar.

Fakat Aquinas, dünyevi aklın ve seküler bir yaşam sürme yetisinin bizim için yeterli olduğunu düşünmez.

İnsanın en yüksek amacı kurtuluştur ve kurtuluş için gereken şey toplumsal ve ahlaki olarak kabul edilebilir bir yaşam için gerekenin ötesindedir.

İman insanlara kurtuluş hedefini öğretmesi için gereklidir.

İnanç ve eğitim bu en yüksek hedefe ulaşılmasına yardımcı olacaktır.

Skolastikler, Tanrı’nın varlığına dair ispatlar öne sürmüşlerdir.

Bu ispatlar çıkarım anlamında ispat değildir.

Duyusal deneyimin kendisinin ötesine, bizim Tanrı diyebileceğimiz bir şeye işaret ettiğini kanıtlama manasındadır.

 Burada doğrulanmaya çalışılan Tanrı’nın varlığına dair inançtır yoksa Tanrı’nın nasıl olduğu, Tanrı’nın özellikleri değil.

Neo Platoncular Tanrı’nın varlığını ispat etmezler çünkü onlar zaten ilk neden olarak Tanrı’yı görürler.

Dolayısıyla ispatlanacak bir şey varsa o da dünyanın varlığıdır. Nominalistlerin de ispata ihtiyacı yoktur.

Çünkü zaten aklın algılanabilir belirli şeylerin ötesine yükselemeyeceğini düşünürler. 

Sadece Aristocular Tanrı’nın varlığına dair ispatı kullanırlar onların görüşlerine göre aklın algılanabilir şeylerin ötesinde de kavrayabileceklerinin olduğunu varsayarlar.



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder