ORTAÇAĞDA FELSEFE - 1
Hıristiyanlık
ve Felsefe
Hıristiyanlık, Antikite’de
gelişmiş olan felsefî düşüncelere karşı 2 farklı strateji benimsemiştir.
Tarihsel sıra göz önünde
bulundurulursa ilk strateji Katolik ikincisi ise Protestan olarak adlandırılır.
İlk stratejiyi benimseyenlerce
İncil’in mesajları Yunan ve Helen felsefelerinin yardımıyla anlaşılır kılınmaya
çalışıldı.
Ki böylelikle Hıristiyan
İlahiyatı ortaya çıkmış oldu.
M.S. 1. yüzyıldan 12. yy’a kadar
Stoacılık ve neoplatonculuktan beslenen Hıristiyan ilahiyatı 12. yy’dan
itibaren Aristo felsefesine doğru yönelmiş ve bu anlayış Roma Katolik Kilisesinin
de temelini oluşturmuştur.
Yunan ve Helen felsefesi,
kendisinden sonra gelen Hıristiyan İlahiyatını kendi çizgisine uydurmaya
çalışmıştır ve bunda başarılı olduğu da söylenebilir.
Teslis inancı ve ruhun bedene karşı üstün
oluşu gibi teleolojik doktrinler Helen (Neoplatoncu) felsefenin dili ile
oluşturulmuştur.
Felsefe Neoplatoncu anlayışı
gözden çıkarttığında dahi Hıristiyan İlahiyatı bu felsefenin dilini kullanmaya
devam etti.
Hıristiyanlığın Felsefeye getirileri:
1. İnsanın evrenin merkezi olarak
algılanışı.
(Yunan filozoflarında insan
evrendeki yaratılmışlardan biridir oysa Hıristiyanlıkta dünyanın varoluş sebebi
insanın kurtuluş mücadelesinin gerçekleştiği mekan olmasından ileri gelir).
2.Tarihe doğrusal bir bakış (Oysa
Stoacılarda döngüsel bir tarih anlayışı vardır.
Olaylar birbirini yineliyordu.
Hıristiyanlıkta ise tarihin son
noktası Hüküm Günü idi.
3.Tanrının, bir kişi ve yaratıcı
olarak kavranışı.
Stoacı doğal hukuk ve Hıristiyanlık’taki
Tanrının sözü evrensel hukuk olarak birbiriyle örtüşür.
M.S. 400 ve 1500 arası Ortaçağ
Avrupası’ndaki siyasal sistem feodalizmdi.
Seküler iktidar Hıristiyan kilisesini
doğal hukukun yorumcusu olarak kabul ettikten sonra hukuk kendi içinde bölündü.
Kilisenin temsil ettiği ‘doğal’
hukuk ve kralın temsil ettiği seküler bir Roma hukuku.
Seküler idareyi meşru olarak
eleştirebilecek bir kurum ortaya çıkmış oldu böylelikle.
İlk zamanlarda hıristiyan kilisesi
seküler otoriteye itaat etmeyi öğütlemiştir.
5. yy’da her iki gücün de
tanrıdan kaynaklandığını dolayısıyla da eşit derecede meşru olduğunu
bildirerek, Kilise’yi müdafaa etmiştir.
Aynı zamanda bu iki otoritenin de farklı
görevleri olduğu söylenmiştir: Kilisenin ruhani; devletin dünyevi işleri
vardır.
Ve bu iki otorite karşılıklı
olarak birbirlerine yardım etmek durumundaydılar.
Fakat bu anlaşma teoride olası
gibi gözükse de içinde bulunulan dönem içerisinde fiilen mümkün değildi.
Kilise’nin belli bir miktar
seküler güce sahip olma gereksinimi ve seküler iktidarın da bir miktar ruhani
güce ihtiyaç duyması bu anlaşmanın fiilen uygulanabilirliğini imkansız hale
getirmiştir.
Augustine, Hristiyanlık ve
NeoPlatonculuk arasında bir sentez yaratmıştır.
Hem her şeyi Tanrı insan için
yaratmıştır hem de insan Tanrı suretinde yaratıldığı ve kurtuluşa yönelmesiyle
yaratılışın mükemmel bir örneği olduğu için her şeyin merkezindedir.
Ona göre en güvenilir bilgi içsel
bilgidir.
Duyusal deneyim ise kesin
değildir.
İçsel varlık ise akıldışı
dürtülerin, günahın, suçun ve bağışlanmaya duyulan özlemin mücadele alanıdır.
Bu içsel alanı kendi irademizle
yönetemeyiz insanüstü (tanrısal) bir yardıma ihtiyaç duyarız.
Ruh insanda ilahi olanı temsil
ederken; beden günahın kaynağıdır.
Kendimizi mümkün olduğunda
bedenden kurtararak ruh üzerinde, yani içsel varlık üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Böylelikle evrendeki varoluşun
ruhani kaynağına yani Tanrı’ya yaklaşabiliriz.
Tanrı ve Şeytan arasındaki
mücadele insanın içinde gerçekleştiği gibi, Augustine’e göre benzer mücadele
tarihte de Tanrının şehri ve Yeryüzü şehri arasında geçer.
Aristo ve Platon’un devlet
anlayışı gibi siyasal bir teori olarak bunu değerlendiremiyoruz.
İyi ve kötü arasında mücadele
Kıyamet gününe kadar devam edene değin yeryüzü devleti gerekli bir kötüdür.
Çünkü insanın bozulmuş yaradılışı
nedeniyle insanoğlunun kötülüğünü kontrol altında tutmak için güçlü bir yeryüzü
devletine ihtiyaç vardır.
Bu yeryüzü devleti görüşü; insan
ve toplum arasındaki ilişkiye dair Aristo’cu görüşten ayrılır.
Aristo’ya göre insan doğası gereği
toplumsal bir varlıktı.
Ayrıca bu görüş, devleti mükemmel
yaşama ulaşma yolunda ahlaki bir eğitici olarak kabul eden Platon’cu görüşten
de ayrılır.
Augistine’e göre, siyaset ahlaki açıdan kötü
olanı kontrol etmenin otoriter bir aracıdır.
Günahtan önce tüm insanlar eşitti
otoriteye ihtiyaç yoktu. Günahtan sonra güç kullanımını meşru kılmıştır.
Yeryüzü devleti otoritesini
Tanrı’dan almaktadır.
Vatandaşlar tıpkı Tanrı’ya itaat
etmeleri gerektiği gibi bu yöneticilere de itaat etmek zorundadırlar.
Kilise ise bu yeryüzü devletinin
denetleyicisidir.
Hıristiyan ilahiyatçılar arasında
da epistemolojik açıdan farklı duruşlar vardır.
Augustine, kendi üzerine düşünme,
içebakış, matematik ve mantık ilkeleri yoluyla kesin bilginin mümkün
olabileceğini düşünmüş ve içsel yaşamımızın, mantık biçimlerinin dış dünyaya ve
duyulara karşı epistemolojik üstünlüğünü vurgulamaya çalışmıştır.
İçsel yaşamlarımızın ve saf
biçimlerin kesin bilgisine dair iddialar eş zamanlı olarak ebedi bir gerçek
olan en yüksek varlığa, yani Tanrı’ya inanca dünyevi bir desteği ifade
etmektedir.
Augustine’de, Tanrı’nın evreni
yokluktan yarattığı düşüncesiyle bağlantılı olarak Musevi-Hristiyan bir
yaratılış kavrayışıyla karşılaşırız.
Evren, Neo-Platoncular için
olduğu gibi “Bir” olandan sonsuz bir akış olarak ve böylelikle evrenin
gerçekten ‘bir’ olduğu ve bu akışın kendisini maddede yokluk olarak kaybettiği
şeklinde anlaşılmaz.
Augustine’e göre Tanrı, evreni
hem ruhani hem de maddi olarak, yoktan yaratan bağımsız ve ruhani güçtür.
Bu demektir ki her şey aynı düzeyde değildir:
Yaratan ve yaratılan birbirinden ayrıdır.
Panteizm dışarıda bırakılmış olur
böylelikle.
Augustine ilk başlarda insana
mutlak özgür irade atfedilebileceğini düşünmüştür: Davranışlarımız büyük oranda
kendi irademize dayanmaktadır.
Tanrı’ya ulaşmayı ve O’nun sözünü
izlemeyi arzulayabiliriz veya kasten O’nu izlemeyebiliriz; yani günahı
seçebiliriz.
Fakat yaşamının ileriki
yıllarında bunun tersini iddia etmiştir.
İrade hürriyeti sadece Adem’e
aitti.
O da günah işleyerek seçimini
yaptı.
Ondan sonra gelen bütün insanlar
günahkar oldular.
Tüm bu işleyiş Tanrı tarafından
önceden planlanmıştır.
Olmuş olan ve olacak olan her şey
Tanrı tarafından önceden takdir edilmiştir.
Bir yandan Tanrı her şeyi önceden
bilmekte; diğer yanda ise, insanlar özgürce hareket etmektedir.
Bu nokta çelişkili gibi gözükse
de Augustine iki farklı zaman kavramından söz ederek bu durumu açıklamaya
çalışır.
Evrensellik problemi
adlandırması; evrensel kavramların, evrenselliğin varolup olmadıklarına ve eğer
varsalar ne tür bir varlık biçimine sahip olduklarına dair Ortaçağda yapılan
tartışmalara atıfta bulunmaktadır.
Fakat bu tartışmalar Ortaçağa
özgü değildir.
Evrensellik problemindeki temel
meseleler Platonculuk ve Aristoculuk arasındaki tartışmalarda da bulunabilir ve
günümüzde bile geçerlidir.
Evrensellik Probleminde sıklıkla
kullanılan iki terim 1. Universalia 2. Particularia.
Universalia evrensel kavramlara
yani kahverengi dairesel gibi özellikler ile insan ve at gibi türlere işaret
eder.
Particularia ise belli neslere
işaret eder.
Yani “bu kahverengi kapı”,
“şuradaki yuvarlak lamba” gibi…
Platon’un ideaları universalia
ile yakından ilişkilidir (fakat Platon’un ideaları evrensel kavramlar olmaktan
başka ayrıca idealdirler.
Bundan başka Platon’un felsefesinde ,
particularia duyusal deneyim dünyasındaki ölümlü nesnelerdir.
Diğer yandan Aristo’da
particularia tözlere karşılık gelir.
Universalia ise Aristocu
anlayıştaki evrensel tözlere karşılık gelir.
Evrenseller probleminde farklı
bakış açıları, universalia’nın ne oranda var olduğu sorusuna verdiğimiz yanıta
bağlı olarak çeşitlilik gösterir.
Universalia’nın gerçek olduğunu
iddia edenlere Realistler denmektedir.
Universalianın gerçekte
varolmayıp sadece isimler olduklarını iddia edenlere nominalistler denir.
Bunlar iki aşırı ucu temsil eder
ama arada daha ılımlı yaklaşımlar da vardır.
Realizm de kendi içinde Platonik
realizm ve Aristocu realizm olarak ayrılabilir.
Platon’cu realizmde universalia
tamamen bağımsız bir gerçekliğe sahiptir.
Ortaçağda nesneler öncesi
evrensel olarak tabir edilmeye başlanmıştır çünkü insanlar da dahil olmak üzere
eşyayı Tanrı kendi düşüncelerinden yaratmıştır.
Aristocu realizmde ise Aristo
formların (universalia) belli şeyler (particularia) içinde varolduğunu söylemişti.
Düşüncenin de yardımıyla
particularia vasıtasıyla universaliayı kavrayabiliriz.
Adalet bağımsız bir varoluşa sahip değildir.
Fakat sadece adil olan toplum ve
bireyler içinde var olur.
Universalia’nın var ve gerçek olduğu
söylendiği için bu duruş da realisttir.
Fakat burada ne universalia
particulariadan üstün ne de ondan bağımsız olarak bulunabilir.
Daire evrenseli insanlardan önce
varolmuştur ve onlar yok olduktan sonra da varlığını sürdürecektir; fakat daire
evrenselinin varlığı yuvarlak nesnelere bağımlıdır.
Nominalistler ise kavramların
bireysel bilinç içinde var olduklarını fakat asla bireysel bilinçten bağımsız
olarak var olamayacaklarını söylerler.
Nesnelerden
önce-ante res
Nesnenin
İçinde-in rebus
Nesneden
Sonra-universalia post res
Ortaçağda
pek çok Hıristiyan filozof, realizmin Hıristiyanlıkla en çok örtüşen felsefe
olduğunu düşünmüştü.
O
zamanlar nominalistler heretik olarak kabul edilirdi.
İman
ve akıl arasındaki ilişkiye dair görüşlerin evrensel hakkındaki tartışmada
alınan duruşla bağlantılıdır.
Erken
dönem ortaçağ felsefesinde realizm ön plandayken daha sonraları reformla
beraber nominalizm gelişme kaydetmiştir.
Thomas
Aquinas Aristo’nun çoğu eseri Batı Hıristiyan dünyasında bilinmiyordu.
Aristo
M.S. 1200’lü yıllarda yeniden keşfedildi.
Aristo
bir pagan olduğu için başlangıçta bu fikir hiç olumlu karşılanmadı ama sonunda
Thomas Aquinas’ın-Hristiyanlık ve Aristo’culuğun bir sentezini yapan
kişi-felsefesi Roma Katolik Kilisesinin en gözde felsefesi haline geldi.
Aristo’nun
ilk nedeni Hıristiyan Tanrısıyla değiştirilmiştir.
Hıristiyanlık
ve Aristoculuğun sentezi ahenk temini olarak tanımlanır.
Burada
amaç, Tanrı ve dünyanın ahengini, iman ve aklın ahengini temin etmek.
Kavramlar
nesnelerin içindedir görüşünü benimsemiştir.
Evrenseller
problemi içinde, Aquinas ılımlı kavramsal Realizmi benimsemiştir.
Kavramlar
vardır, fakat sadece nesneler içinde.
Bilgimiz
duyu izlenmiyle başlar, fakat nesnelerdeki evrensel ilkeleri soyutlama yoluyla
kavrarız.
Örneğin
evrenin daha yüce bir varlık tarafından yaratıldığını ve evrenin diğer
yasalarını akıl yoluyla kavramamız mümkündür.
Akıl
tarafından anlaşılması mümkün olmayan bazı şeyleri de inanç yoluyla kavrarız.
Tıpkı
Aristo’da olduğu gibi Aquinas’ta da evren hiyerarşik olarak düzenlenmiştir.
Yine
Aristo gibi, Aquinas da insanı toplumsal bir varlık olarak düşünmüştür.
İnsanların
toplum içinde yaşamaları onların kendilerini gerçekleştirme becerilerinin bir
koşuludur.
Bu
yüzden siyaset insani niteliklerin gerçekleşmesine imkan veren doğal bir aktivitedir.
Siyasi
ahlaki mertebe dini mertebeden belli oranda bağımsız olup, aynı zamanda dini
mertebe yolunda da ilk adımı teşkil eder.
Aristo
şehir devletini insanın kendisini gerçekleştirmesinin son aşaması olarak
görürken, Aquinas’a göre son hedef ebedi kurtuluştur ve en üstün toplumsal
ortam hukukun tanzim ettiği Hıristiyan toplumudur.
Hukuk
ile ilgili olarak Aquinas, rasyonel düşünme yoluyla doğal hukukun
kavranabileceğini iddia etmiştir.
Bu
bütün rasyonel varlıkların, Hıristiyanların olduğu kadar Paganların da sahip
olduğu bir yetenektir.
Doğal
hukuk tek ve herkes için aynıdır.
Hıristiyanların
Hıristiyan olmayanlara karşı avantajı vahiy yoluyla ilahi hukuk bilgisine sahip
olmalarıdır.
Fakat
ilahi hukuk temel olarak kurtuluşa aittir.
İyinin
ne olduğunu bilmek konusunda ise Hıristiyanlar ayrıcalıklıdır. İyi tanrı
tarafından irade edilir.
İyi olanı kavramak rasyonel düşüncenin sorunu
değildir, inancın sorunudur.
Ama
bu tanrının rasyonel olmadığı anlamına da gelmez.
Tanrı
rasyoneldir, iyidir, iyi olanı arzular.
Devlet
ve Kilise ile ilgili olarak Papa Gelasius’un iki güç öğretisini benimser.
Kilisenin
ahlaki üstünlüğünün hukuki üstünlüğe dönüşmesi gerektiğini görüşünde değildir.
Devlet
işlerinde Kilise liderliğine gerek yoktur.
Fakat
toplum (akıl) ve Hıristiyanlık (iman) arasında mutlak bir ayrım yapılamaz.
Ruhani
ve dünyevi işler belli oranda birbirine karışır.
Thomizm
bir ontoloji felsefesidir.
Olmak
kavramı “esse” felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Aquinas, bir şeyin olduğu
gerçeği ile o şeyin ne olduğu arasında, yani varlık (existensia) ve öz
(essentia) arasında bir ayrım yapar. Bir şey hakkında belirlenebilen,
sınırlanabilen ve kavramsal olarak anlaşılabilen ve böylece tanımlanabilen o
şeyin özüdür, yani onun ‘nelik’idir.
Fakat
onun var olduğu gerçeği ve onun varlığı sadece doğrudan ve sezgisel olarak
kavranabilir.
·
Olan her
belirli şey var olan bir şey ve bir varlıktır (ens)
·
·
Esse(oluş) ise
bir varlığı varlık haline getiren özdür.
·
·
Oluş (esse)
ensten daha önemlidir.
·
·
Oluş düşünce
yoluyla ve varlıklar aracılığıyla kavranabilir ama anlaşılamaz burada insan
kavrayışının sınırlı oluşuna bir gönderme vardır.
·
Aristo ve Aquinas’ın, varlıkların
hiyerarşik düzeni[1] ile
ilgili görüşleri birbiriyle örtüşür Aquinas’ın görüşleri ile Neo-Platonculuktaki
ilk nedenin Oluş’un kaynağı olduğu, sonradan oradan fışkırarak gittikçe karanlık
ve yok-oluşa doğru ilerlediği hiyerarşik dünya görüşü arasında da belirgin
paralellikler vardır.
Fakat bu hiyerarşi ile ilgili
kurgularında, Aristo ve Aquinas, hiyerarşinin altından başlayıp yukarıya doğru
adım adım çıkarken; Neo-Platoncuların ilk nedenden (Tanrı, idealar) yani
hiyerarşinin en tepesinden başlayıp oradan aşağı doğru hareket eder.
Bir başka deyişle, Aristo ve
Aquinas algılanabilir olgulardan yola çıkarak en üstün ilkeleri açığa
çıkartmaya çalışırken; Neo-Platoncular en üstteki saf varlık (Tanrı)ya
referansla algılanabilir olguları açıklamaya çalışır.
İki felsefi okul arasındaki bu
ayrım evrensellik problemi ile ilgili görüşlerindeki farkta da
yansıtılmaktadır.
Platonculuğa göre (Radikal
kavramsal realizm), düşünce bütün varlıkların evrensel özelliğini kavrayarak
evrenin özüne nüfus eder.
Aristoculukta ise (ılımlı kavramsal realizm)
belli olgulardaki biçimlerden daha evrensel özelliklere doğru daha dikkatli
hareket edilir.
Aquinas’a göre insanlar en üstün
maddi varlıklardır.
İnsan aynı anda hem beden hem
ruhtur.
Bu bağlamda Aquinas, ruha kıyasla
bedeni Neo-Platoncular gibi değersiz ve aşağı görmez.
Ruh beden karşısında bağımsızdır.
Ruh, bir hedef olarak iyinin ne
olduğunu anlar (kavrama), ve insanlar bu iyiye doğru harekete geçer (irade).
Akıl burada iradeyi önceler ve
ondan üstündür (Aquinas’ta ise tam tersi söz konusuydu).
Thomist bilgi görüşü, dünya
hakkında bilgi edinebileceğimizi varsayması anlamında realist olarak tanımlanabilir
(septiklerin aksine).
Bir yandan da duyusal deneyim ve
deneyimlediklerimiz hakkında düşünme vasıtasıyla bilgi edinebileceğimizi iddia
eder.
Bu noktada da Platon’un ideaların
kavranmasının bağımsız bir yolu olduğunu vurgulayan görüşüyle ters düşmektedir.
Aquinas tam tersi bilginin
duyusal deneyimle başladığına inanır. Duyularda var olmaksızın bir şey zihinde
var olamaz.
Zihin vasıtasıyla duygusal
izlenimlerden yola çıkarak olguların ortak özelliklerini tespit edebilir ve
kavramlar üretebiliriz.
Aquinas evrensellerle ilgili
probleme istinaden ılımlı realist bir duruşa sahiptir.
Ona göre, kavrayış belirli
şeylerin duyusal deneyimi ile başlasa da, bu demek değildir ki; dolaysız
deneyim zihnin kavramları bilmesinden daha üstün bir statüye sahiptir.
Aquinas;
dünyevi toplumsal yaşamın, tıpkı beden ve işlevleri gibi, doğal ve esasında
olumlu bir şey olduğunu düşünür.
Bu
teleolojik bakımdan bunların da Tanrı tarafından yaratılmış şeyler olarak
görüldüğü anlamına gelir.
İnsan
doğasına dair Thomist düşünce, Hıristiyanlıktan ayrı olarak insanın iyi bir
sosyal yaşam sürdürebileceğini ve yaşamın ahlaki normları üzerine büyük ölçüde
bilgi edinebileceğini savlar.
Aquinas’ın
ahlak felsefesinin önemli bir noktası insanların çeşitli biçimde
gerçekleştirebilecekleri yeteneklere sahip olmalarıdır.
İyi
davranışlar özellikle insan doğasını en iyi tamamlayan ve yetenekleri emen
düzeyde gerçekleştiren davranışlardır.
Aquinas
da doğal haklar geleneğinin bir temsilcisidir.
Evrensel
ahlak yasalarının değişmez ve evrensel olarak bağlayıcı olduğunu düşünür.
İnsanlar
bu yasaları ve ilkeleri farklı anlayabiliyor olmaları, bunların görece
olduklarını değil, sadece onları anlama yetimizin yanılabilir olduğunu
kanıtlar.
Fakat
Aquinas, dünyevi aklın ve seküler bir yaşam sürme yetisinin bizim için yeterli
olduğunu düşünmez.
İnsanın
en yüksek amacı kurtuluştur ve kurtuluş için gereken şey toplumsal ve ahlaki
olarak kabul edilebilir bir yaşam için gerekenin ötesindedir.
İman
insanlara kurtuluş hedefini öğretmesi için gereklidir.
İnanç
ve eğitim bu en yüksek hedefe ulaşılmasına yardımcı olacaktır.
Skolastikler,
Tanrı’nın varlığına dair ispatlar öne sürmüşlerdir.
Bu
ispatlar çıkarım anlamında ispat değildir.
Duyusal
deneyimin kendisinin ötesine, bizim Tanrı diyebileceğimiz bir şeye işaret
ettiğini kanıtlama manasındadır.
Burada doğrulanmaya çalışılan Tanrı’nın
varlığına dair inançtır yoksa Tanrı’nın nasıl olduğu, Tanrı’nın özellikleri
değil.
Neo
Platoncular Tanrı’nın varlığını ispat etmezler çünkü onlar zaten ilk neden
olarak Tanrı’yı görürler.
Dolayısıyla
ispatlanacak bir şey varsa o da dünyanın varlığıdır. Nominalistlerin de ispata
ihtiyacı yoktur.
Çünkü
zaten aklın algılanabilir belirli şeylerin ötesine yükselemeyeceğini
düşünürler.
Sadece
Aristocular Tanrı’nın varlığına dair ispatı kullanırlar onların görüşlerine
göre aklın algılanabilir şeylerin ötesinde de kavrayabileceklerinin olduğunu
varsayarlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder