TARİHİN ÜÇ TÜRÜ
Genel olarak
irdelenecek üç tarih türü vardır:
1 - kökensel tarih,
2 - düşünsel tarih,
3 - felsefi tarih.
i.
Kökensel tarih
açısından birkaç isim vermenin hemen belirli bir tablo oluşturacağını
düşünüyorum; örneğin Herodotus, Tukidides ve aynı türden başka Tarih yazarları
gözlerinin önünde yer alan ve kendileriyle aynı tini paylaştıkları eylemleri,
olayları ve durumları betimler, dışsal olarak bulunanı tinsel tasarım alanına
aktarırlar.
Dışsal görüntü böylece içsel tasarım olur.
Benzer biçimde, şair de duygularında bulduğu gerçeği
tasarım yetisi için işlemden geçirir.
ii.
Düşünsel Tarih
kendi zamanı ile bağıntı içinde olmayan ama tini açısından şimdinin ötesinde
olan Tarih’tir.
Bu ikinci cinste birbirinden çok değişik tür ayırt
edilebilir:
a. İstenen genel olarak
bir ulusun ya da bir ülkenin ya da dünyanın bütün tarihi üzerine bir görüş,
kısaca Evrensel Tarih dediğimiz şeydir.
Burada tarihsel gerecin işlenmesi başlıca sorundur ki,
bu işi yapacak olan kişi ona kendi tiniyle yaklaşır ama bu içeriğin
tininden ayrı bin tindir.
Burada özellikle yazarın bir yandan betimlediği
eylemlerin ve olayların içerik ve ereklerine ilişkin olarak, öte yandan tarihi
ele alış yoluna ilişkin olarak kendisinin saptadığı ilkeler önemli olacaktır.
b. Düşünsel tarihin
ikinci türü pragmatik Tarih’tir.
Geçmişi ele alırken ve uzaklarda kalmış bir dünya ile
ilgilenirken, düşünce için bu kendi etkinliğinden ve çabasına ödül olarak bir
Şimdi ortaya çıkar.
Olaylar değişiktir ama onlarda evrensel olan ve içsel
olan, onları bağlayan şey birdir.
Bu geçmişi ortadan kaldırır ve olayları Şimdi’ye
getirir.
Pragmatik düşünceler ne denli soyut olsalar da, tam bu
yolla gerçekte Şimdi’dedirler ve Geçmiş’in anlatılarını bugünün yaşamında
diriltirler.
Böyle düşüncelerin gerçekten de ilginç ve diriltici
olup olmadıkları yazarın kendi tinine bağlıdır.
Burada özellikle ahlaksal düşüncelere ve tarih yoluyla
kazanılan ahlaksal derslere değinmek gerekir.
c. Düşünsel Tarih’in
üçüncü türü eleştirel Tarih’tir; buna zamanımızda Almanya’da tarihi
ele almanın başlıca yolu olduğu için değinilecektir.
Bunda sunulan Tarih’in kendisi değil ama Tarih’in bir
Tarih’i, tarihsel anlatıların bir yargılanışı ve bunların gerçeklik ve
inandırıcılıklarının bir araştırmasıdır.
Bunda yatan ve özellikle yatması gereken özgünlük
yazarın anlatılardan olgularda olmayan bir şeyi çıkarmada gösterdiği kavrayış
keskinliğidir.
d. Düşünsel Tarih’in son
türü kendini hemen parçalı bir şey olarak gösteren türdür.
Hiç kuşkusuz soyutlayıcıdır ama genel bakış açılarını aldığı
için, Felsefi Dünya Tarihi’ne bir geçiş oluşturur.
Zamanımızda kavramlar tarihinin bu biçimi
daha gelişmiş ve öne çıkarılmıştır.
Böyle dallar (sanat, tüze, din) bir ulusun tarihinin
bütünü ile bir ilişki içinde dururlar ve her şeyin çevresinde döndüğü biricik
nokta bütünün bağlantısının mı sergilendiği, yoksa yalnızca dışsal ilişkileri
içinde mi arandığıdır.
Bu ikinci durumda, bu dallar ulusun bütünüyle olumsal,
tekil özellikleri olarak görünürler.
Şimdi, eğer düşünsel Tarih evrensel bakış açılarını
izleme noktasına gelmişse, o zaman belirtmek gerekir ki, eğer böyle bakış açıları
gerçek bir doğada iseler, yalnızca dışsal bir çizgi, yalnızca dışsal bir düzen
oluşturmazlar, tersine olayların ve edimlerin kendilerinin içsel ve yol
gösterici ruhlarıdırlar.
Çünkü ruh, önderi Merkür gibi, İdea gerçeklikte
halkların ve dünyanın önderidir ve Tin, o önderin ussal ve zorunlu İstenci,
dünya olaylarına öncülük etmiştir ve etmektedir; onu bu önderlikte tanıyabilmek
burada amacımızdır.
Bu da bizi Tarih’in üçüncü cinsine, felsefi Tarih’e
getirir.
iii.
Önceki
iki tür açısından hiçbir açıklama gerekmemişti, çünkü kavramları kendiliğinden
açıktı ama bu sonuncusunda, felsefi Tarih’te durum başka türlüdür ve
gerçekten de bir açıklama ya da aklama gerektiriyor görünür.
Gene de genel olarak Tarih Felsefesi’nin Tarih’in
düşünceye dayalı irdelenişinden başka bir şeyi irdelemediği söylenebilir.
Düşünce hiç kuşkusuz ondan vazgeçebileceğimiz bir şey
değildir; kendimizi hayvanlardan onunla ayırt ederiz ve duyumda, tanımada ve
bilmede, itkilerde ve istençte, bunlar insansal oldukları ölçüde, bir Düşünce
vardır.
Ama düşünceye bu başvuru burada doyurucu
görünmeyebilir, çünkü tarihte Düşünce verili olana ve var olana alt güdümlüdür,
onu temeli olarak alır ve onun tarafından yönlendirilir; Felsefe ise tersine,
nesnenin kurgunun var olana bakılmaksızın kendi içinden üreteceği Düşünceleri
yükler.
Tarih’e böyle Düşüncelerle yaklaştığında, Kurgu onu
bir gereç gibi ele alır, onu olduğu gibi bırakmaz, tersine, Düşüncelere göre
düzenler ve söylendiği gibi onu a priori kurar.
Ama Tarih’in yalnızca var olanı ve olmuş olanı,
olayları ve edimleri ele alması gerektiği için ve ancak verili olana sıkı
sıkıya sarıldığı ölçüde gerçek doğasına bağlı kaldığı için, Felsefe’nin işi bu
etkinlik ile çelişki içinde duruyor görünür ve bu çelişkinin ve ondan Kurgu
için doğan suçlamanın burada açıklanması ve çürütülmesi gerekir ama bu nedenle
Tarihsel olanın ereği, ilgisi ve ele alınışı ve Felsefe ile ilişkileri üzerine
yürürlükte olan ya da her zaman yenileri bulunacak çok sayıda çarpık ve özel
görüşün düzeltilmesi gibi bir işi üstlenmeyi istemiyoruz.
Felsefeyle birlikte
gelen biricik düşünce, Us’un dünyaya egemen olduğu, öyleyse Dünya tarihinde de
Ussal olanın ilerlemekte olduğu biçimindeki yalın Us anlayışıdır.
Bu kanı ve içgörü
genel olarak Tarih açısından bir varsayımdır; Felsefe’nin kendisine ise
bir varsayım değildir.
Kurgul bilgi yoluyla
onda Us’un -burada bu anlatımla onun Tanrı ile bağlantısını ve ilişkisini daha
yakından açıklamaksızın yetinebiliriz- Töz ve Sonsuz Güç olduğu,
kendi kendisinin tüm doğal ve tinsel yaşamın sonsuz Gereci olduğu
gibi, bu kendi içeriğinin etkinleştirici sonsuz Biçimi de olduğu
tanıtlanır.
Us Töz’dür, yani tüm edimselliğin
varlığını ve kalıcılığını onda ve onun yoluyla bulduğu şeydir; - sonsuz
Güçtür, çünkü Us yalnızca İdeale de, yalnızca “Gerek” noktasına dek gidebilecek
denli, yalnızca edimselliğin dışında, kim bilir nerede, tikel bir şey olarak
kimi insanların kafalarında bulunuyor olacak denli güçsüz değildir; - sonsuz
İçeriktir, tüm özsellik ve gerçekliktir ve kendisi kendi Gerecidir ki, onu
işlemesi için kendi etkinliğine verir, çünkü sonlu bir edim gibi,
etkinliğinin besinini ve nesnelerini ondan kazanacağı verili bir araca, bunun
dışsal bir gerecinin koşullarına gereksinmez; kendi kendisinden beslenir ve
kendisi işleyeceği Gerçektir; yalnızca kendisi kendi varsayımıdır ve altık son
erektir, böylece bu ereğin İçeriden görüngüde, yalnızca doğal değil, ama tinsel
Evren’in de görüngüsünde, Dünya Tarihi’nde etkinleştirilmesi ve üretilmesidir.
Şimdi bu İdea’nın
gerçek olan, bengi olan, saltık olarak güçlü olan olması, onun kendini dünyada
sergilemesi ve onda kendi kendisinden, onur ve görkeminden başka hiçbir şey
sergilememesi - bu olgu, söylendiği gibi, Felsefe’de tanıtlanmış olandır ve
burada böyle tanıtlanmış olarak varsayılacaktır.
Okurlarım arasında
henüz Felsefe ile tanışık olmayanlardan belki de Dünya Tarihi üzerine bu dersi
Us’a duyulan bir inanç ile, onun bilgisi için bir istem, bir susuzluk ile karşılaşmalarını
bekleyebilirim; hiç kuşkusuz, bilimlerin öğrenilmesinde öznel gereksinim olarak
varsayılması gereken şey yalnızca yüzeysel bir tanışıklıklar yığını değil ama
ussal içgörü için, bilgi için istem olmalıdır.
Eğer Dünya Tarihi’ne
daha şimdiden Us’un düşüncesi ile, bilgisi ile giremiyorsak, o zaman hiç
olmazsa Us’un orada olduğuna, Anlığın ve özbilinçli İstencin dünyasının
olumsallığa terk edilmiş olmadığına, tersine, kendini bilen İdea’nın ışığında
kendini göstermek zorunda olduğuna duyulan sağlam, yenilmez bir inancı
taşımalıyız.
Ama gerçekte önceden
böyle bir inanç istemde bulunmam gerekmez.
Geçici olarak söylemiş
olduklarım ve daha öte söyleyecek olduklarım, bilimimiz açısından bile yalnızca
varsayım olarak değil, ama bütünün bir özeti olarak, bizim tarafımızdan
yapılacak irdelemenin sonucu olarak alınmalıdır – bir sonuç ki, daha önceden
bütünü tanıdığım için benim tarafımdan bilinmektedir.
Öyleyse, Dünya Tarihi’nin ussal bir ilerleme
olmuş olduğu, Dünya Tini’nin, doğası hiç kuşkusuz her zaman bir ve aynı olan
ama bu tek doğasını dünyanın belirli-varlığında açındıran Tin’in ussal, zorunlu
süreci olduğu yalnızca bu Tarih’in kendisinin irdelenmesinden çıkan bir
sonuçtur.
Bu, söylendiği gibi,
Tarih’in sonucu olmalıdır.
Yalnızca Us’un dünyada
olduğu gibi Dünya Tarihi’nde de egemen olmuş olduğu ve egemen olmayı sürdürdüğü
yolundaki evrensel kanı üzerine iki biçimsel noktayı ve bakış açısını
anımsatacağım, çünkü bunlar bize aynı zamanda güçlüğü oluşturan ana noktayı
daha yakından ele alma ve üzerinde daha öte durmamız gereken bir konuyu
belirtme fırsatı verirler:
I.
Bunlardan
biri ilk kez Yunanlı Anaksagoras’ın nous’unu, genel olarak Anlak’ın ya da
Us’un dünyayı yönettiğini söylemiş olduğunu bildiren tarihsel pasajdır; bu
özbilinçli Us olarak Anlak değil, genel olarak bir Tin değildir; - ikisini
birbirinden tümüyle ayırt etmemiz gerekir.
Güneş dizgesinin devimi değişmez yasaları izler; bu
yasalar onun Usu’dur, ne güneşin ne de bu yasalarda onun çevresinde dönen
gezegenlerin buna ilişkin bir bilinçleri vardır.
Böylece Us’un doğadan olması, doğanın değiştirilemez
evrensel yasalar tarafından yönetiliyor olması gibi bir düşünce bizi çarpmaz,
bunlara alışığızdır ve fazla önem vermeyiz; bu tarihsel duruma tarihin
bize önemsiz görünebilen bu tür düşüncelerin dünyada her zaman olmuş
olmadıklarını öğrettiğine, böyle düşüncelerin aslında insan tininin Tarihi’nde
çığırlar oluşturduklarına dikkat çekmek için değindim.
Aristo o düşüncenin yaratıcısı olarak Anoksagoras’ın
sarhoşlar arasındaki ayık biri olarak görünmesinden söz eder.
Sokrates bu düşünceyi Anaksagoras’tan üstlendi ve
düşünce olaylarını şansa yükleyen Epikürüs’ün felsefesi dışında, Felsefe’de
egemen oldu.
“Bundan sevinç duydum,” der Sokrates, Platon’un
diyaloğunda, “ve bana Doğayı Us’a göre yorumlayacak, tikel olanda onun tikel
ereğini, bütünde evrensel ereği gösterecek bir öğretmen bulmuş olduğum umuduna
kapıldım.
Dünyaları verseler bu umuttan vazgeçmeyecektim.
Ama büyük bir coşkuyla kendimi Anaksagoras’ın
yazılarına verdikten sonra onun yalnızca Hava, Eter, Su ve benzeri gibi dışsal
nedenlerden söz ettiğini bulunca, nasıl düş kırıklığına uğradım.”
Açıktır ki, Sokrates’in Anaksagoras’ın ilkesinde
bulduğu yetersizlik ilkenin kendisini değil, ama somut doğaya uygulanışındaki
eksikliği, Doğa’nın o ilkeden anlaşılıyor ya da kavranıyor olmamasını,
bütününde o ilkenin soyut olarak bırakılmış olmasını, Doğa’nın onun bir
gelişimi olarak, Us’tan ortaya çıkarılmış bir örgütleniş olarak kavranmamasını
ilgilendirir.
Burada, hemen başlangıçta, bir belirlenimin, bir
ilkenin, bir gerçekliğin yalnızca soyut olarak saptanması ve daha tam
belirlenime ve somut gelişime ilerleme arasındaki bu ayrıma dikkati çekmek
istiyorum.
Bu ayrım belirleyicidir ve Dünya Tarihi’ni
incelememizin vargısında en yeni politik durumun ele alınmasında başkaları
arasında özellikle bu duruma geri döneceğiz.
Dahası, Us’un dünyayı
yönetiyor olması düşüncesinin bu ortaya çıkışı onun dinsel gerçeklik biçiminde
iyi bildiğimiz daha öte bir uygulaması ile, yani dünyanın şansın ve dışsal
olumsal nedenlerin eline bırakılmadığı, tersine bir Kayra’nın dünyayı
yönettiği görüşüyle bağıntılıdır.
Daha önce sözü edilen
ilkeye inancınız konusunda bir istemde bulunmayı istemediğimi belirtmiştim;
gene de bu dinsel biçim altında o ilkeye inancınıza başvurabilirim –
eğer genel olarak felsefe biliminin özgünlüğü varsayımlarda bulunmaya izin
veriyorsa; ya da aynı şeyi başka türlü anlatırsak, böyle bir şeye
başvurmayacağım, çünkü ele almayı istediğimiz bilimin kendisinin o ilkenin
gerçekliğin olmasa da doğruluğunun tanıtını vermesi gerekir.
Şimdi, gerçeklik bir
Kayra’nın, hiç kuşkusuz tanrısal Kayra’nın, dünyanın olaylarının başında olması
gerçekliği o verilen ilkeye karşılık düşer, çünkü tanrısal Kayra bilgelik ile
donatılı sonsuz güçtür ki, ereğini, eş deyişle dünyanın saltık, ussal son
ereğini edimselleştirir: Us kendi kendisini belirleyen bütünüyle özgür
düşüncedir.
Ama dahası, şimdi bu
inanç ve ilkemiz arasında bir ayrım, aslında bir karşıtlık olarak Sokrates’in
Anaksagoras’ın ilkesi durumundaki istemi ile aynı yolda kendini gösterir.
Çünkü o inanç da eşit
ölçüde belirsizdir, genel olarak Kayra’ya inanç denilen şeydir ve belirlenime,
bütünün üzerine, Dünya Tarihi’nin her şeyi kapsayan akışı üzerine uygulamaya
dek ilerlemiş değildir.
Ama Tarihi açıklamak
demek, insanların tutkularını, dehalarını, etkin yetilerini ortaya sermek
demektir ve Kayra tarafından bu belirlenmişliğe genellikle onun Tasar’ı denir.
Gene de, bu Tasar
bizim gözlerimizden gizli olması gereken şeydir; giderek onu bilmeyi istemek
bile kendini bilmezlik sayılır.
Anaksagoras’ın
Anlak’ın kendini edimsellikle nasıl ortaya serdiği konusundaki bilgisizliği
doğaldı: Henüz düşüncenin bilinci ne onda ne de bütün bir Yunanistan’da
yeterince gelişmişti; Anaksagoras evrensel ilkesini Somut’a uygulayamadı,
ikinciyi birinciden saptamayı başaramadı ve Somut’un Evrensel ile birleşmesini
kavrama adımını atan ilkin Sokrates oldu.
O zaman Anaksagoras böyle
bir uygulamaya karşı bir polemik tutumuna girmedi ama Kayra’ya o inanç en
azından büyük ölçek uygulamaya karşı ya da Kayra’nın Tasarı’nın bilgisine karşı
öyle bir tutuma girer.
Çünkü tikel durumlarda
şurada burada o Tasar’ın geçerli olmasına izin verilir; dindar yürekler tek tek
olaylar durumunda yalnızca Şans’ı değil, ama Tanrı’nın parmağını görürler,
örneğin büyük sıkıntı ve yoksulluk içindeki bireye beklenmedik bir yardım
geldiği zaman olduğu gibi ama bu ereklerin kendileri sınırlı türdendir, yalnızca
bu bireyin tikel erekleridirler.
Ama Dünya Tarihi’nde
işimiz Uluslar olan bireyler ile Devletler olan bütünlüklerdir.
Öyleyse Kayra’ya inanç
üzerine, deyim yerindeyse, ne o perakendeci bakış açısından, ne de yalnızca bir
Kayra’nın olduğu biçimdeki genel görüşe gitmeyi isteyen ama onun daha belirli
edimlerine yaklaşmayı yadsıyan salt soyut, belirsiz inançta durup kalabiliriz.
Tersine, en
içten çabamız Kayra’nın yollarını, Tarih’teki araçlarını ve görüngülerini
tanıma yönelmelidir, ve bunları o evrensel ilke ile ilişkilendirmemiz gerekir.
Ama genel olarak
Tanrısal Kayra’nın Tasarı’nın bilgisine değinilmekle zamanımızın birinci
önemdeki bir sorusunu, Tanrı’yı bilme olanağına ilişkin soruyu, ya da daha
doğrusu, bu bir soru olmaya son verdiği için, bir önyargıya dönüşmüş olan
öğretiyi, Tanrı’yı bilmenin olanaksız olduğu öğretisini anımsatmış oldum.
Kutsal Yazılarda en yüksek ödev olarak
buyrulan şey ile, Tanrı’yı yalnızca sevme değil ama bir de bilme ödevi ile
doğrudan karşıtlık içinde, şimdi tam orada söylenmiş olan şeyin, Tin’in Gerçekliğe
Götüren olduğu, onun her şeyi bildiği, giderek Tanrı’nın en büyük
derinliklerine ulaştığı görüşünün yadsınması egemendir.
Tanrısal Varlık
bilgimizin ve genel olarak insansal şeylerin öte yanına koyulduğu zaman,
bununla kendi tasarımlarımız arasında dilediğimiz gibi dolaşmanın rahatlığına
ulaşılır.
Bilgimize tanrısal
olanla ve gerçek olanla bir bağıntı vermekten kurtuluruz; buna karşın, o zaman
onun kibri ve öznel duygu kendi için eksiksiz bir aklama bulur ve dindar
alçakgönüllülük, Tanrı’nın bilgisini kendinden uzakta tutarken, bununla özenci
ve boş itkileri için neyi kazanacağını çok iyi bilir.
Usun dünyayı yönetmiş
ve yönetmekte olduğu biçimindeki önermemiz ile Tanrı’nın bilgisinin olanağına
ilişkin soru arasındaki bağıntıyı göz ardı etmeyi istemeyişimin nedeni
felsefenin dinsel gerçekleri anımsatmadan kaçındığı ya da kaşınmayı istediği ve
onları bir yana attığı, çünkü deyim yerindeyse, onlara karşı rahat bir duyunç
taşımadığı yolundaki kuşkuya değinme fırsatını değerlendirmekti.
Tersine, durum böyle
olmaktan öylesine uzaktır ki, yakın zamanlarda dinsel içeriği birçok tanrıbilim
türü karşısında savunmayı üstlenmek zorunda kalan felsefe olmuştur.
Hıristiyan dininde
Tanrı kendini bildirmiş, eş deyişle, insanlara ne olduğunu bilme fırsatını
vermiştir; öyle ki, bundan böyle gizli saklı bir şey değildir; ve bizim için
Tanrı’yı bilmenin bu olanağı böyle bilgiyi bir ödev olarak dayatır.
Tanrı
çocuklarında dar yürekler ya da boş kafalar istemez; tersine, tinleri kendi
için yoksul ama onun bilgisine varsıl olanları ve tüm değeri Tanrı’nın bu
bilgisinde görenleri ister.
Tanrısal Varlığın
bildirilişinin bu temelinden yola çıkan düşünen tinin gelişimi en sonunda ilkin
duygunun ve tasarım yetisinin önüne konulan şeyi düşünce ile kavramaya
ulaşmalıdır; sonunda yaratıcı Us’un Dünya Tarihi olan bu varsıl ürününün de
kavranacağı zaman gelmelidir.
Bir zaman moda,
Tanrı’nın bilgeliğine hayvanlarda, bitkilerde, tekil yazgılarda hayran olmaktı.
Kayra’nın kendini
böyle nesnelerde ve olgularda bildirdiği kabul diliyorsa, bu niçin Dünya
Tarihi’nde de kabul edilmesin?
Bu içerik böyle bir
kabullenim için fazla büyük görünür.
Ama tanısal bilgelik, Us
büyükte olduğu gibi küçükte de bir ve aynıdır ve Tanrı’yı bilgeliğini büyük
ölçekte uygulamayacak denli zayıf görmemeliyiz.
Bilgimiz bengi
bilgelik tarafından amaçlanan şeyin doğanın bağrında nasıl ortaya çıkıyorsa,
edimsel ve etkin Tin’in dünyasında da öyle ortaya çıktığı içgörüsünü kazanmaya
yönelir.
İrdelememiz bu düzeye
dek bir Teodike, (yani) Tanrı’nın bir yaklaşımıdır ki, Leibniz bunu
metafiziksel olarak kendi yolunda henüz belirsiz, soyut kategorilerde başarmaya
çalışmıştır; öyle ki dünyadaki Kötülük kavranabilir, düşünen tin Kötü olanın
varoluşu ile uzlaşabilir.
Gerçekte böyle bir
uzlaştırıcı bilgi için istem başka hiçbir yerde Dünya Tarihi’nde olduğundan
daha büyük değildir.
Bu uzlaşmaya ancak o
olumsuzu alt güdümlü ve üstesinden gelinen bir şeye yitmiş olarak kendi içinde
kapsayan olumlunun bilgisi yoluyla ulaşılabilir; bir yandan, gerçekte dünyanın
son ereği olan şeyin bilinci yoluyla; öte yandan, o ereğin onda edimselleşmiş
olduğunun ve Kötü olanın en sonunda kendini onun yanında geçerli kılmış
olmadığının bilinci yoluyla erişilebilir.
Ama bunun için nous ve
Kayra’ya yalnızca inanç henüz hiçbir biçimde yeterli değildir.
Belirtildiği gibi,
dünyayı yöneten Us da tıpkı Kayra gibi belirsiz bir sözcüktür; ondan her zaman
belirleniminin, içeriğinin ne olduğu belirtilemeden söz edilir ki, bir şeyin
ussal mı, yoksa usdışı mı olduğunu ona göre yargılayabiliriz.
Us’u belirlenimi
içinde kavramak – bu ilk sorundur; ikincisi, genel olarak Us’a bağlı kalınsa
da, bu yalnızca sözlerde böyledir.
Bunları belirttikten
sonra, bu girişte irdelemeyi istediğimiz ikinci bakış açısına geçiyoruz.
II. Usun belirleniminin kendinde
ne olduğu sorusu, Us dünya ile bağıntı içinde alındığı sürece, dünyanın Son
Ereğinin ne olduğu sorusu ile çakışır; bu anlatımda daha tam olarak o Ereğin
olgunlaşması, edimselleşecek olması gerektiği imlenir.
Burada değinilecek iki
nokta vardır: Bu Son Ereğin içeriği, genel olarak belirlenimin kendisi ve
edimselleşmesi.
Her şeyden önce
belirtmeliyiz ki, nesnemiz, Dünya Tarihi, tinsel alanlarda ilerler.
Dünya kendi içinde
fiziksel ve ruhsal Doğa’yı kapsar; fiziksel Doğa da benzer olarak Dünya
Tarihi’ne karışır ve daha başlangıçta Doğa belirleniminin bu temel ilişkilerine
dikkat etmemiz gerekecektir. Ama Tin ve gelişiminin süreci tözsel olandır.
Doğa’yı kendine özgü
tikel bir öğede olduğu gibi kendi içinde bir Us dizgesi olarak irdeleme işi
buraya ait değildir; onu burada yalnızca Tin ile göreli olarak irdeleyeceğiz.
Tin ise onu burada
üzerinde irdeleyeceğimiz sahnede, Dünya Tarihi’nde, en somut edimselliği
içindedir; buna karşın ya da çok doğrusu, somut edimselliğinin bu kipinden
evrenseli kavrayabilmek için, her şeyden önce Tin’in doğasının kimi
soyut belirlenimlerini öncül olarak kullanmak zorundayız…
Tinin doğası tam
karşıtının yoluyla bilinebilir.
Tıpkı özdeğin tözünün
Yerçekimi olması gibi, demeliyiz ki Tin’in tözü, özü Özgürlük’tür.
Herkes için dolaysızca
inandırıcı olabileceği gibi, Tin başka özellikler arasında Özgürlüğe de iyedir
ama felsefe Tin’in tüm özelliklerinin ancak Özgürlük yoluyla kalıcı
olduklarını, tümünün yalnızca Özgürlük için araçlar olduklarını, tümünün
yalnızca Özgürlüğü aradıklarını ve ürettiklerini öğretir; Özgürlüğün Tinin
Biricik Gerçeği olduğu kurgul felsefenin ürettiği bir bilgidir.
Özdeğin ancak bir özek
noktasına doğru itildiği ölçüde yerçekimi vardır; özsel olarak bileşiktir,
birbiri dışındaki parçalardan oluşur; onların Birliğini arar ve öyleyse kendini
ortadan kaldırmayı, kendi karşıtını ister; eğer buna erişseydi, bundan böyle
Özdek olmaz, tersine yitip gitmiş olurdu; İdealliğe doğru çabalar, çünkü
Birlikte ideal olarak vardır.
Tin ise, tersine,
özeğini kendi içinde taşıyandır; Birliği kendi dışında taşımaz ama onu
bulmuştur; kendi içinde ve kendi kendisi iledir.
Özdek tözünü dışında
taşır; Tin kendi-kendisi-ile-olmadır.
Bu ise sözcüğün tam
anlamıyla Özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum zaman kendimi bir başkası ile
bağıntılarım ki, o değilimdir; dışsal bir şey olmaksızın olamam eğer kendi
kendim ile isem, özgürümdür.
Tinin bu
kendi-kendisi-ile olması öz bilinçtir, kendinin bilincidir.
Bilinçte iki şey ayırt edilecektir; ilk olarak
biliyor olmam; ve ikinci olarak, bildiğim şey.
Öz bilinçte ikisi
çakışır, çünkü Tin kendi kendisini bilir, kendi doğasının yargılanışıdır,
ve Tin aynı zamanda kendine gelme ve böylece kendini ortaya çıkarma, kendi
kendine ne ise o yapma etkinliğidir.
Bu soyut belirlenime
göre Dünya Tarihi için denebilir ki, o Tin’in kendinde ne olduğunun bilgisini
işleyip geliştirmede sergilenişidir ve tıpkı tohumun ağacın bütün doğasını,
meyvelerinin tadını ve biçimini kendi içinde taşıyor olması gibi, Tin’in ilk
belirtileri de daha şimdiden gizil olarak bütün Tarih’i kendi içinde kapsar.
Doğulular henüz Tin’in
ya da genel olarak İnsan’ın kendinde özgür olduğunu bilmezler ve bunu
bilmedikleri için özgür değildirler; yalnızca Bir’in özgür olduğunu
bilirler ama tam da bu nedenle böyle özgürlük yalnızca özençtir, yabanıllıktır,
tutkunun körlüğüdür ya da onun bir yumuşaklığı, evcilliğidir ki, kendisi salt
bir doğa olumsallığı ya da özençtir.
Bu Bir bu
nedenle salt bir Despottur, özgür bir insan değil. – Özgürlük bilinci ilkin
Yunanlılar arasında doğdu ve bu yüzden onlar özgürdürler ama tıpkı Romalılar gibi,
yalnızca kimilerinin özgür olduğunu biliyorlardı, genel olarak İnsan’ın değil.
Platon ve Aristo bile
bunu bilmiyorlardı.
Bu yüzden Yunanlıların
yalnızca köleleri olmakla kalmadı, yalnızca yaşamları ve güzel özgürlüklerinin
sürekliliği onlara bağımlı olmakla kalmadı ama özgürlüklerin kendisi bir yandan
yalnızca olumsuz, geçici ve sınırlı bir çiçek, öte yandan aynı zamanda insansal
olanın, insanca olanın katı bir köleliğiydi.
İlkin Germanik uluslar Hıristiyanlıkta İnsan
olarak İnsan’ın özgür olduğunun, Tin’in özgürlüğünün onun en asıl doğasını
oluşturduğunun bilincine ulaştılar; bu bilinç ilk olarak dinde, Tin’in en iç
bölgesinde doğdu ama bu ilkenin dünyasal varlığa da aktarılması daha öte bir
sorundu ki, çözümü ve uygulaması kültürün ağır ve uzun bir emeğini gerektirdi.
Hıristiyan dininin
kabul edilmesi ile örneğin kölelik dolaysızca sona ermedi; dahası, böylelikle
Devletlerde özgürlüğün hemen egemen olması, Hükümetlerin ve Anayasaların ussal
bir yolda örgütlenmeleri ya da giderek özgürlük ilkesi üzerine
temellendirilmeleri de hiçbir biçimde söz konusu değildi.
İlkenin dünyasallığa
bu uygulanışı, dünyasal durumların onun tarafından bütünüyle şekillendirilmesi
ve özümsenmesi uzun bir süreçtir ki, Tarih’in kendisini oluşturur…
Dünya Tarihi Özgürlük bilincinde
ilerlemedir – bir ilerleme ki, görevimiz onu zorunluluğu içinde bilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder